Xêr Hatin Denge-Firat


 
   

Köse Yazilari ve Dizi Yazilar

   
 


 

 

Serûpel

Köse Yazilari ve Dizi Yazilar

Radyo

TARIHTE KÜRT ISYANLARI

Ziyaretci Defteri

 


     
 


"BU GİZLİ BİR ATEŞ BUNU ASLA SÖNDÜREMEZSİNİZ!"
Denge-Firat tarih 02.05.2008 um 16:41 (UTC)
  "BU GİZLİ BİR ATEŞ BUNU ASLA SÖNDÜREMEZSİNİZ!"

28 Nisan 2008

Kasım Engin




1 Mayıs 1886 günü, hemen tüm sanayi merkezlerinde; New York, Philadephia, Şikago, Louiseville ve Baltimore’de 200 bini aşkın işçi genel greve gitti. Ve Şikago’da 80 binden fazla işçi yürüyüşe geçti, miting ve gösterilerde 8 saatlik iş gününün vurgulandığı konuşmalar yapıldı.

İşçilerin bu topyekûn isyanı, işverenlerin ve kapitalistlerin tepkisini çekti. Chicago'da greve çıkan 40 bin işçinin eylemini bastırmak için, saldırılar düzenlendi. İşverenler grev kırmak için sokak çeteleriyle anlaştı. Sokak çeteleri bir taraftan işçilere saldırıyor, bir taraftan da grev kırıcılığı yapıyordu. Grevci işçilerle sokak çeteleri arasında çıkan kavga sırasında polisin işçilerin üzerine ateş açması sonucu 4 işçi yaşamını yitirdi.

Genel grevin ve bu eylemlerin daha da yaygınlaşmasından korkan burjuvazi, silahlı resmi güçlerinin yanı sıra ajan-provokatörler tutarak saldırıya geçti. Ne kadar da bugünlere benziyor! 3 Mayıs günü Mc Cormic fabrikasının önünde toplanan işçiler greve katılmayan diğer işçilere çağrı yaparken, bu silahsız işçilerin üzerine ateş açıldı ve bir işçi öldürüldü. İşçiler bu kanlı saldırıyı protesto etmek için toplandılar ve miting kararı aldılar. 4 Mayıs gün işçiler daha güçlü bir gösteri düzenlediler.

Mitingin bitmesine yakın, sayıları birkaç yüzü bulan polis miting alanına girdi. Hemen ardından, nereden geldiği belli olmayan bir bomba polislerin bulunduğu yere düştü. Bize hiçte yabancı gelmeyen olay ve senaryolar! Bomba atıldıktan hemen sonra miting yeri tam bir savaş alanına döndü. İşçiler kurşun yağmuruna tutuldular. 4 işçi, 7 polis öldü ve pek çok işçi de yaralandı. 8 işçi önderi sendikacı ve yüzlerce işçi tutuklandı.

Hükümet ve işverenler, işçi eylemini kolay kolay içlerine sindiremiyordu. 1 Mayıs sonrası işten atmalar, baskılar yoğunlaştı. Olaylara neden oldukları gerekçesiyle 8 işçi hakkında idam istemiyle dava açıldı. İşçiler idam cezasına çarptırıldı. Dördünün cezası infaz edildi. Egemenlerin halen uygulaya geldikleri yöntemleri terk etmediklerini görmek ve emekçiler olarak halen onların kazdığı kuyulara düşmek ne kadar da acınası!

I. Enternasyonal 1889'da Paris'te düzenlediği kongrede Amerikan işçilerinin mücadelesini desteklemek amacıyla dünya çapında gösteriler düzenledi. 1890'dan başlamak üzere 1 Mayıs'ı "Uluslararası Birlik, Mücadele ve Dayanışma Günü" olarak kabul etti. Bu kadar yıldır resmi kutlanan bir emekçi bayramı halen alavereyle dalavereyle insanımıza yutturuluyor.

Kimlerdi bu infaz edilenler? Hangi özelliklere sahipti? Neden bu kadar bilinçlice bu insanlara saldırdılar? Niçin halen bu şehitleri anıyoruz?

Çok fazla uzağa gitmeden kısa özce anlatarak ne kadar bize, size ve tüm dünyadaki az buçuk namus sahibi ve direnişçi insana benzediklerini belki de aynı mayadan geldiğimizi onların sözlerinden göreceğiz.

Dünyanın her yerinde hükmedenler, iktidar odakları, egemen rejimler, sömürgeciler, işgalciler her zaman karşıt direnişler geliştiğinde münferit, ipini koparan, anarşist, kuralsız, mahkûm, eşkıya, şaki ve son dönemlerde de terörist diye nitelendirmişlerdir. Ne var ki böylesine büyük yalan dolanlara rağmen birçok insan inanmış, direnişçilerin, isyancıların, fedailerin birazda bize benzedikleri, biraz da bizim mayamızdan oldukları ve tabii ki biraz da içimizde dile getiremediğimiz isyanları dile getirdiklerini göreceğiz.

Belki de tek farkla; oda biraz daha fazla cesaret sahibi olmalarıdır. Onlar gidilmesi gereken yolda hiçte kellelerini sakınmamışlardır. Onlar bir nevi kelle koltukta halkların, bizlerin, gelecekteki çocukların özlemleri için yola çıkarken bireysel çıkar peşinde koşmadılar. Ezilenlerin sesi olmak için, gelecekte oluşacak olan daha aydınlık ve adaletli günler için bir adım daha ileride yürüdüler. Hani var ya şairin; devrim bir maratonsa o ilk yüz metreyi en iyi koşandın misali. Onlar maratonun ilk yüz metresini en iyi koşanlardı.
Kimdi bu idam edilen 4 insan?

August Spies (1855–1887), Spies, Almanya'da doğmuş ve 1872'de Amerika'ya göç etmiş 1875'de sol siyasetle ilgilenmeye başlayan biri.

Asılırken söyledikleri son sözler: “Eğer bizi asarak... Tahakküm altındaki milyonların, sefalet içinde çalışan ve kurtuluşu arzulayan, (kurtuluşu) bekleyen milyonların bu hareketini, işçi hareketini ezebileceğinizi umuyorsanız -eğer düşünceniz buysa, o zaman asın bizi! Burada bir kıvılcımı ezeceksiniz, ama şurda, burda veya orada, arkanızda -ve önünüzde ve her yerde alevler yükseliyor. Bu gizli bir ateş. Bunu asla söndüremezsiniz. Öyle bir zaman gelecek ki; bizim suskunluğumuz, sizin bugün ipe çektiğiniz, seslerden daha güçlü olacaktır.”

Adolph Fischer (1858–1887), Fischer, Almanya'nın Bremen eyaletinde doğmuş ve 1873'de Amerika'ya göç etmiş, Arbeiter Zeitung gazetesinde dizgici olarak çalışan.

Ve idam edilirken söyledikleri: “Ölüme mahkûm edilmemi protesto ediyorum, çünkü cinayet işlemedim. Ancak sosyalist olmam sebebiyle öleceksem bir sözüm yok.”

George Engel (1836–1887), 1873 yılında Almanya'dan Amerika'ya göç ve sosyalizmle ilgilenen biri.

Asılırken söyledikleri: “Hakları yalnız imtiyazlı olanlara göre ayarlayan ve işçilere hiç hak tanımayan hükümete karşı kim saygı duyabilir? Böyle bir hükümete saygım yok benim.”

Albert R Persons, 1848 – 1887,Texas'daki Yeniden İnşa hükümeti için çalıştı. Daha sonra Chicago'ya gitti. İşçi hareketinin liderlerinden birisi.

Ve asılırken söyledikleri: “Bu ülkenin yasalarına karşı gelmedim. Ne ben ne de arkadaşlarım Amerikan halkının herhangi bir yasal hakkını ihlal etmedik. Konuşma özgürlüğüne, basın özgürlüğüne, toplanma özgürlüğüne, tecavüz edilmeyeceği hakkını savunuyoruz. Anayasanın tanıdığı öz savunma hakkını savunuyoruz ve Amerikan halkının çok pahalıya kazandığı bu haklarının elinden alınmasına karşı çıkıyoruz. Bütün dünya biliyor, suçsuz olduğumu. Eğer asılırsam cani olduğumdan değil, emekçi olduğumdan asılacağım."

Ve daha dokunaklı olarak ölmeden önce çocuklarını yazdığı oldukça dokunaklı son mısralar da şöyle; "Bu kelimeleri yazarken adlarınızın üstüne gözyaşlarım damlıyor... Bir daha hiç karşılaşmayacağız. Ah, sevgili çocuklarım, nasıl içten, derinden seviyor sizi babacığınız. Sevdiklerimiz için yaşamakla gösteririz sevgimizi ve gerektiğinde sevdiklerimiz için ölmekle de gösterebiliriz sevgimizi. Benim hayatımı ve doğal olmayan haksız ölümümü başkalarından öğreneceksiniz. Babanız özgürlük ve mutluluk uğruna gönüllü olarak canını vermiş bir kurbandır. Size miras olarak şerefli bir ad ve tamamlanacak bir görev bırakıyorum... Onu koruyun, bu yolda yürüyün. Kendinize karşı doğru olun, o vakit başkalarına karşı sahte olamazsınız. Yaratıcı, uyanık ve neşeli olun... Anneniz!... O kadınların en yücesi, en şereflisidir. Onu sevin, sayın ve öğütlerine uyun... Çocuklarım, değerli varlıklarım; bu mektubu yalnız sizin için değil, daha doğmamış çocukları için ölen birçok kişinin ölüm yıldönümlerinde de okumanızı istiyorum.
Yavrularım, elveda..." Babanız: Albert R. PERSONS

Evet, yeni bir 1 Mayıs’a doğru gidiyoruz. Hepimizin bu yaratılmış efsanesine yabancı olmadığımız ortada. Bugün Kürdistan’da her gün her gün onlarca böyle kahramanlık örneğini yaşıyoruz. Ve daha da önemlisi bu idam edilen her bir kahramanın ne kadar da bize benzediğini gördükçe insan biraz daha moral alıyor, güç alıyor ve bir arkadaşın deyimiyle cesaret alıyor.

Evet, 1 Mayıslarda meydanlara aynen bu idam edilen dört bize benzeyen güzel insan gibi katılacağız, haykıracağız. Onlar dün adalet, eşitlik, özgürlük ve refah derken biz bugün aynısını belki de biraz daha fazlasını söyleyerek meydanlarda coşalım.

Evet, bu güzel 1 Mayısı en coşkulu bir şekilde kutlarken geleceğin aydınlık yarınları için “Sevdiklerimiz için yaşamakla gösteririz sevgimizi ve gerektiğinde sevdiklerimiz için ölmekle de gösterebiliriz sevgimizi” ve işte ölümden yaşamayı yaratmak için bu güzelim bahar havasında hep birlikte dağlarda olalım. Yaşamayı uğruna ölecek kadar seviyoruz diyenlerin anılarına sahip çıkmak için dağlara diyoruz.

Dağların aşkıyla halkların 1 Mayısını en içten dileklerimizle şimdiden kutluyoruz!

Yaşasın 1 Mayıs!


 

Sezaî Karakuş(Mazlum Tekman) davasında son söz Adli Tıp'ta
Denge-Firat tarih 14.04.2008 um 14:46 (UTC)
 
Karakuş davasında son söz Adli Tıp'ta


İSTANBUL (14.04.2008)- İstanbul polisi, Sezai Karakuş'a işkence yapmakla kalmadı, basına yansıttığı 'Eyleme geldi ama canı alem çekti' gibi asparagas bilgilerle Karakuş'un hayatına mal oldu. İşkence iddiaları üzerine 2 polis hakkında 8 yıl hapis istemiyle dava açıldı. Mahkeme, Karakuş'a gözaltı sırasında işkence yapılıp yapılmadığının tespiti dosyayı Adli Tıp'a gönderdi.

Sezai Karakuş, polis sorgu tutanağına yansıyan iddialara göre, 28 Eylül 2004 tarihinde Beyazıt Meydanı'nda 17 yaşındaki E.H. isimli bir şahıstan 6 kilo C-4'ü çanta içinde teslim alırken gözaltına alındı. Karakuş, İstanbul Emniyet Müdürlüğü Terörle Mücadele Şubesi'nde sorguya alınırken daha sonra İstanbul Ağır Ceza Mahkemeleri Cumhuriyet Savcılığı ile Yedek Hakimliği'nde verdiği ifadelere göre, gözaltı süresince uykusuz bırakıldı.

Çok yoğun şekilde psikolojik baskı ve fiziksel işkence gördü, testisleri sıkıldı, belli yerlerinden darp edildi, saçlarından çekilerek başı duvarlara vuruldu, bazı iddiaları kabul etmesi için vaatlerde bulunuldu, sahip olduğu hukuki haklardan yararlandırılmadı, avukat istememiş gibi tutulan tutanak kendisine okutulmadan imzalattırıldı.

Karakuş, 28 ve 30 Eylül ile 1 Ekim tarihlerinde muayene için Adli Tıp Kurumu'na götürelerek sağlık kontrolünden geçirildi. Karakuş'un gözaltı aşamasında gördüğü işkence, Adli Tıp Kurumu tarafından düzenlenen 1462 ve 59664 sayılı raporlarla da belgelendi. Sorguların tamamlanmasından sonra 2 Ekim'de İstanbul 9. Ağır Ceza Mahkemesi'nde sorgulanan Karakuş, tutuklanarak cezaevine gönderildi. Karakuş, henüz gözaltında iken polis tarafından sızdırılan bilgilerle bazı basın yayın organlarında çıkan "Eyleme gelmişti canı âlem çekti" haberlerini protesto etmek için de, 22 Aralık 2004'de Tekirdağ 2 No'lu F Tipi Cezaevi'nde yaşamına son verdi.

8 YIL İSTENİYOR

Karakuş'un avukatı İnan Akmeşe, Fatih Cumhuriyet Savcılığı'na Karakuş'a işkence yapan görevliler hakkında yasal soruşturma başlatılması için suç duyurusunda bulundu. Akmeşe, savcılığa sunduğu dilekçede ayrıca Karakuş'un Adli Tıp'a sevkedilerek işkence bulgularının kesin raporlarla tesipitini talep etti. Taleple ilgili hiçbir işlem yapmayan savcılık, "Karakuş öldüğü için başkaca da rapor alınamadı" notu düşerek dosyayı İstanbul Cumhuriyet Savcılığı'na gönderdi. Dosya üzerinde araştırmasını tamamlayan İstanbul Cumhuriyet Savcılığı, gözaltında işkence suçunu düzenleyen 243-1 maddesi uyarınca soruşturmayı yürüten polis memurları M.K. ile M.B. hakkında 8 yıl ağır hapis istemiyle İstanbul 5. Ağır Ceza Mahkemesi'nde dava açtı.

M.B. SABIKALI ÇIKTI

İşkence suçlaması ile hakında dava açılan polis memuru M.B'nin iki suçtan sabıkası bulunduğu ortaya çıktı. Sözkonusu bilgiler, dava dosyası için mahkemeye gönderilen sabıka sicil kaydında yer aldı. Yazıya göre, M.B. gümrük kaçakçılığı suçu işlediği için 1918 Sayılı Kaçakçılığın Men ve Takibine Dair Kanun'un 25-2. maddesine muhalefet suçundan Diyarbakır Asliye Ceza Mahkemesi'nde yargılandı. 5 yıl hapis cezası alan M.B. Elazığ Asliye Ceza Mahkemesi'nde de, aynı kanuna muhalefet suçlamasıyla hakim karşısına çıktı. M.B. yargılandığı ikinci davadan da ceza aldı.

DOSYA ADLİ TIP'A GÖNDERİLDİ

Sanık polisler hakkında açılan davanın son duruşmasında mahkeme heyeti, otopsi esnasında alınanan numunelerin tahlil için Adli Tıp kurumuna gönderilmesini, Karakuş'ta meydana gelen yaraların gözaltı sırasında meydana gelip gelmediğinin belirlenmesini istedi. Mahkeme heyeti ayrıca, gözaltında yaraların oluştuğunun tespit edilmesi halinde bu durumun Karakuş'un ölüm hadisesine etkisi olup olmadığının da araştırılmasını talep etti.

Yasal uyarı: Fırat Haber Ajansı (ANF) servis ettiği haber ve fotoğrafları aboneleri dışında, ajansın izni olmadan kopyalamak veya yeniden yayınlamak yasaktır

Copyright 2008
ANF NEWS AGENCY


 

Mazlum Doğan’ın son mektubu!
Denge-Firat tarih 27.03.2008 um 20:54 (UTC)
 DERYA TAHİR

BRÜKSEL (21.03.2008) - “Biz elimizden geleni ardımıza koymadık ve asla koymayacağız. (…) Bundan sonra da Partinin çıkarlarını ve prestijini yüksekte tutmak için ne lazımsa yapacağız. Bundan kuşkunuz olmasın”

Bunlar boşa söylenmiş, unutulmuş ya zaman içinde kaybolmuş sözler değil. Bunlar tutulmuş, hakkı verilmiş sözler.

Bu sözlerin verilmesinin üzerinden tam 27 sene geçti. Bu satırları yazan kişi de bundan 27 sene önce tam bugün henüz 27 yaşındayken üç kibrit çöpü yakarak Diyarbakır Cezaevindeki hücresinde kendini astı.

Bunlar Kürt özgürlük hareketinin öncü ismi PKK Merkez Komite üyesi Mazlum Doğan’ın sözleri.

Bu sözler Mazlum Doğan’ın PKK’ye kendi el yazısıyla ulaştırabildiği son mektubun bir bölümünden alıntı. İki adet pelur kağıdı üzerine küçücük harflerle yazılmış 17 Şubat 1981 tarihli mektupta Mazlum Doğan, Diyarbakır Cezaevinde içinde bulundukları koşulları, direnişi dışarıdaki arkadaşlarına aktarıyor.

Cezaevinde ilk açlık grevi direnişinin başlatılmasından hemen sonra Mazlum Doğan mektubunu kaleme almış. Mektup yazılmadan kısa bir süre önce büyük açlık grevi direnişçisi Mehmet Hayri Durmuş koğuştan alınmış ve hücreye konmuş, direnişin öncüleri üzerindeki tecrit uygulamaları henüz başlamıştı.

Bu mektubun yazılmasından kısa bir süre sonra cuntanın en namlı işkencecisi Esat Oktay Yıldıran, Diyarbakır zindanındaki ilk mesaisine başlayacaktı.

Aynı dönemde, belki de mektubun yazılmasından kısa bir süre sonra Mazlum Doğan da koğuştan alınarak hücreye kapatıldı. Birkaç hafta sonra koğuşuna gönderilen Mazlum Doğan aynı yılın Ekim ayında bir kez daha hücreye götürüldü ve bu tarihten sonra da ne bir not alabildi arkadaşları, ne de sesini duyabildi. Üzerindeki tecrit o kadar büyüktü ki O’nun 21 Mart 1982 günü gerçekleştirdiği eyleminin ayrıntıları, niteliği bile seneler sonra ortaya çıktı.

27 sene sonra küçük kahverengi bir bavulun içinden çıkan bu iki parça pelur kağıdındaki sözler ilk kez yayınlanmıyor. Bu mektubun bir bölümü daha önce Berxwedan ve Serxwebun dergileri için daktilo edilmiş. Ama bu mektubun orjinali, hala ilk günkü gibi korunmuş pelur kağıdının üzerindeki Mazlum Doğan’ın el yazısı ilk kez aktarılıyor.

Bu mektup 1980’lerin sonunda kahverengi bir bavul içinde güvenilir birine emanet edilmiş. Bavulun emanet edildiği, her gün emanetini yoklayan ve “bu emanet benim yanımdayken bir gün bile rahat uyumadım” diyen kadın bugün hayatta değil. O da bugüne kadar bu ağır emaneti saklayarak “hayatımın sonuna kadar bu emanete sahip çıkma” sözünü tuttu.

İşte Mazlum Doğan’ın son mektubunun tamamı:

Şıkefte,

Son günlerde üzerimizdeki baskı alabildiğine yoğunlaştı. Son olarak Hayri’yi koğuştan aldılar. Nereye, niçin götürüldüğünü bilmiyoruz. Fakat tahminimize göre bu hafta içinde iddianamelerimiz gelecek. Hayri’yi kitlemizden ve bizden tecrit etmek için Kolordunun emri ile akıp, tek başına bir hücreye kapattılar. Aldıkları zaman koğuştakilere “başka koğuşa götürüyoruz” demişler. Bu demektir ki, artık sürekli olarak hücrede ve kitleden tecrit edilmiş olarak kalacak.

Bu hafta içinde Hayrilerin kaldığı koğuşun bitişiği olan 9 ve 13. koğuş hepten boşaltılmış. Arkadaşlar tonlarca dayak atılarak hücreye atılmışlar. Yüne 19. koğuştaki Parti taraftarları da koğuştan çıkarılarak saatlerce dövülüp koğuşa götürülmüşler. Duyduğumuza ve tahminimize göre Parti taraftarlarının kaldığı ve sömürgecilerin uygulamalarına karşı direnişin sürdüğü diğer koğuşların da başına aynı şey gelmiş. Dayak yiyen arkadaşların kafaları kırılmış, falakaya yatırılan arkadaşların iniltileri ve feryatları bir hafta boyunca cezaevinde hiç eksik olmadı. Duyduğumuza göre dayak yiyen arkadaşların çoğu koma halinde imişler. Arkadaşlarda ne kol, ne ayak, ne kafa, ne de ağız burun kalmış.

Şimdilik biz altlı üstlü iki koğuş kaldık. Fakat bizim de dayaksız günümüz yok. Hele ziyarete, avukata, savcılık ya da mahkemeye götürülenlerimiz çok feci dövülüyorlar. Arkadaşlar ağız-burun kan içinde, sürünerek koğuşa yetişiyorlar. Üzerimizdeki maddi ve manevi işkence arkadaşları çok sarsıyor. Koğuşlarda kalan kitleye tamamen korku, tedirginlik, kuşku egemen. Zaten kitle denetimimizden çıkmış durumda. Özellikle Mazlum ve Yıldırım’ın altlı üstlü kaldıkları koğuşlar hariç diğer koğuşlarda tam bir teslimiyet hakim. Bizim sempatizanlarımız da kaldığı fakat yönlendirici arkadaşların olmadığı bazı karışık koğuşlarda artık tırşıkçılar, DDKD, Özgürlük Yolu vb. idareye boyun eğiyorlar. Açıkçası tahminimize ve aldığımız haberlere göre M ve Y arkadaşların koğuşları dışında idareye boyun eğmeyen koğuşlar kalmadı. Zaten yalnızca bizim koğuşlar direniyor. Dev-Yol, Ala Rizgari gibi vb. ise idareye isteksizce boyun eğiyorlardı. Şimdi zayıf direnmeler de yerini boyun eğmeye bıraktı (hücreler hariç).

Direnen son iki koğuşun hiçbir güvenceleri yok. Her gün, her saat alınıp dövülerek hücreye atılmayı bekliyorlar. Atılmasalar bile tamamen tecrit edilmiş durumdadırlar. Kendi kitlemizi bırakalım, diğer siyasetlerden bile herhangi bir koğuşla ilişki kurmalarına olanak yok. Fakat bu iki koğuş ta mutlaka dağıtılacak. Partiye bağlı direnen arkadaşlar hücreye atılacaklar.

Şu anda hücrelerde 500’e yakın arkadaşımız olduğunu sanıyoruz. Sayıları en az 300 olan bu arkadaşlar tam manası ile direniyorlar. Bu nedenle kendilerine kantinden ihtiyaç temin etmek, doktor, banyo vb yasak. Her gün dayak yiyorlar. Toplam olarak 1000 civarındaki parti yandaşından geri kalanları farklı koğuşlara dağılmış durumdadır. Kadro düzeyindeki arkadaşların olduğu koğuşlar direniyor. (Bizim şu anda yalnız iki koğuştan haberimiz var). Diğerleri ise idareye, duyduğumuza göre boyun eğiyorlar. (Bu koğuşlar karışıktır). yani ziyarete çıkarken, avukatla görüşürken, mahkemeye, savcıya giderken kol uzatıp hizaya giriyorlar. Komutla uygun adım yürüyorlar. Yemeklerde “ordu-millet var olsun” biçiminde dua okuyorlar. İstiklal marşı okuyorlar. “Ne mutlu Türküm diyene” diye slogan atıyorlar . vb…

Bizim idareye boğun eğen taraftarlarımız ya halktan sıradan kişiler ya da poliste çözülmüş kişiliksiz unsurlar. Bir kısmı ise kararsız-dürüst sempatizanlar. Bu son kesim korkudan ve koğuşlarındaki diğer kişilerden kopmamak için idareye boyun eğiyorlar. Çünkü teslim olmuş, kitle içinde tek tek direnen unsur çıktığı zaman çok hırpalanıyor. Bu arkadaşlar ise yeni geldikleri ve örgütsüz oldukları için direnemiyorlar. Hatta aynı koğuşta kalan arkadaşların bir ortak komün yaşantıları bile yok. Açıkçası mahkemelere bölünmüş ve yarısı (en az) teslimiyeti kabul etmiş olarak çıkacağız. Hapishanenin halihazır yapısı direnme eğilimini egemen kılmamızı çok zorlaştırıyor. En başta birbirimizden habersiziz.

İdarenin bize karşı güttüğü taktik çok ilginç ve basit. Bir kere bizi diğer siyasetlerden tecrit etmek, onların bizimle tavır almalarını önlemek için ne lazımsa yapıyor. Diğer siyasetlerin tümünü dayakla, tehditle, biraz da ılımlı davranarak teslim almış durumda. Özellikle DDKD tam idaresinin gözde koğuşu. Tırşıkçılara bile örnek gösteriliyorlar. Özgürlük yolu da DDKD’den farksız. Özgürlükçiler “idarenin her dediğini aynen yaparak işi laçkalaştırıyoruz. Böylece yürüyüş yapmak, ant okumak, marş söylemek önemsizleşiyor. Eski önemini yitiriyor” diyorlar. Açlık grevine dek direnen Dev-Yol ve Ala Rizgari ise istemeyerek de olsa artık boyun eğmiş durumdalar.

İkinci olarak bizi içten bölmek. Bu konuda da hayli başarı sağladılar. Sıradan sempatizanlarımızı ve halktan kişileri önemli oranda dayakla bizden koparmış durumdalar. Bunları ya diğer siyasetlerle ve sıradan kişilerle aynı koğuşa koyarak ya da koğuşlarda direnen insanları (kadrolarımızı) ayıklayıp hücreye atarak başsız bıraktılar. Maddi ve manevi işkence ile teslim aldılar. Bazısının yüreğinde direnme istemi olsa bile bu koşullarda aktif direnmeye dönüşmesi çok zor. Çünkü teslimiyet öyle bir yol ki bu yola giren ayrılamıyor.

Üçüncüsü gözaltından yeni gelen ve gözleri korkmuş arkadaşlar aynı koğuşlara düşseler bile bir araya gelip toparlanmamaları için sürekli dayak ve psikolojik işkence ile teslim alınıyorlar. Bunların direnen unsurlarla her türlü teması kesiliyor. Bu nedenle sorgulamadan yeni gelen acemi arkadaşlar idareye boyun eğmekten başka çare görmüyorlar.

İki aydır (açlık grevinin başından bu yana) bizim (DDKD dışındaki tüm koğuşların) radyo, TV, ısıtıcı vb şeyleri alınmış durumda. Satranç dama vb. eğlence araçları da dahil her türlü kültürel araçtan yoksunuz. Koğuşlarda küçük bir gazete parçası, kanun kitapları vb bile yok. 15 güne kadar bize haftada 4-5 gün gazete verilir ve sabah verilen gazete akşam alınırdı. Şimdi (dua okumadığımız için midir nedir bilmiyoruz) o da yok. Artık dış dünya ile hiçbir bağlantımız yok. Eskiden günde iki kişiye verilen bir ekmek şimdi üç kişiye veriliyor. Kantinden hiçbir ihtiyacımız karşılanmadığı için ekmek de alamıyoruz. Arkadaşlar açlıktan kıvranıp duruyorlar. Eskiden elbise gibi dışarıdan sigara da alabiliyorduk. Şimdi sigarasız da kaldık. İdarenin uygulamalarına boyun eğmemiz için yemek, ekmek, sigara, gazete havalandırma şantaj aracı olarak kullanılıyor. İki aydır çay, havalandırma, kantinden ihtiyaç temini, doktor vb görmedik. İlaçlarımız da toplandığı için hasta arkadaşlar acıdan kıvranıp duruyorlar.

2- Urfa’da yakalanan Giresunlu Zeki Yılmaz arkadaş idam cezasına çarptırıldı. Zeki’nin idamına gerekçe gösterilen olayla ilgisi yoktu. Üzerindeki silah temizdi. Silah sonradan polisçe kullanılıp boş kovanları olayda kullanılan silaha aittir denilerek balistiğe gönderilmiş. Ayrıca Zeki poliste de olayı kabul etmemişti. Hatta 12 Eylül öncesi bırakılma durumundan söz ediliyordu.

Açıkçası Zeki’nin idam kararı tıpkı Orhan’ınki gibi kasıtlıdır. Sırf arkadaşın siyasal bir kadro oluşu idam kararına temel teşkil etmiştir. Yani bizim arkadaşlar hangi maddeden (450, 168 vb.) yargılanırlarsa yargılansınlar aslında 125. maddeye göre cezalandırılıyorlar. Kararlar hukuki değil siyasal oluyor. (Bu durum iç ve dış kamuoyunda deşifre edilmelidir).

Bir de bize olduğu gibi idam cezası almış arkadaşlara da eziyet ve işkence yapılıyor. Duyduğumuza göre arkadaşların ağzından sahte pişmanlık ya da itiraf belgeleri almaya çalışıyorlarmış. Fakat arkadaşlar direniyor, moralleri iyidir. Zeki karardan sonra “Yaşasın PKK! Kahrolsun sömürgeci-faşist TC., Yaşasın Marksizm-Leninizm” sloganları atmış. Bu nedenle mahkeme salonunda askerlerce dövülmüş. Hücreye geldiğinde arkadaşlardan tecrit edilerek tek koğuşa konmuş ve hayli hırpalanmış.

3- Bizim savunma hazırlıkları iki aydır durmuş. Eldeki metinleri de dağıtmıştık. Bir kesimini yaktık. PKK tarihi kısmını size göndermeye çalıştık. Elinize geçip geçmediğini bilmiyoruz. Çünkü dışarı göndermesi için verdiğimiz arkadaşın akıbetini bilmiyoruz.

- İddianameler elimize geçince, iddianameye cevap hazırlayacağız. Eğer fırsat bulursak (yani yazabilirsek) size de iletmeye çalışırız. Asıl savunma metnimizin ise ne olduğunu bilmiyoruz. Eğer elde kalmış ise tamamlarız. Dana doğrusu ne pahasına olursa olsun tamamlamaya ve size ulaştırmaya çalışırız. Fakat yukarıda belirttiğim gibi çalışma koşullarımız yok. Ne olacağımız, çalışmaya fırsat bulup bulamayacağımız belli değil. Sömürgeciler bizim siyasi tavır koymamızı, savunma yapmamızı önlemek için ne lazımsa yapıyorlar. Sabah akşam, gece gündüz göz altındayız. Gece saat 11’den sonra ayakta görülen adam koğuştan alıp götürülüyor, bir ton dayak ve işkenceden sonra hücreye atılıyor. Koğuşlar didik didik aranıyor. Öyle ki mektuplardaki pullar bile tek tek kaldırılıyor. Yani yazmak ve saklamak imkansız gibi bir şey. İdare ve gardiyanlar her türlü yazı ve yazılı şeye düşmanlar.

4 – Duyduğumuza göre Ankara’daki 11 arkadaşın ve Elazığ’daki arkadaşların dosyaları Diyarbakır’da imiş. Fakat iddianameleri henüz ortada yok. tahminimize göre diğer bölgelerdeki arkadaşların da dosyaları Diyarbakır’da toplanacak, iddianameleri bizimki gibi Ankara’dan hazırlanıp gönderilecek. Karar ise Diyarbakır’da verilecek. Yani arkadaşlar Diyarbakır’a getirilmeyebilirler. Zaten karar demek cuntanın ve MİT’in kararı demek olacak. Hatta biz Diyarbakır cezaevindeki arkadaşların bile “huzursuzluk çıkarıyorlar” denilerek sorgudan sonra mahkemeye çıkarılmama tehlikesi var. Hedef savunma yapmamızı ve kamuoyunun oluşmasını engellemek ve bu arada çok ağır cezalar verip infaz etmektir.

Partiye bu konuda kamuoyunu oluşturmak ve davalarımıza dikkati çekmek için çok görev düşüyor. Biz elimizden geleni ardımıza koymadık ve asla koymayacağız. Birbirimizle (içte) ilişki kurduğumuz müddetçe kitlemizin parçalanmasına, düşmana boyun eğmesine, teslimiyete izin vermedik. Geceli-gündüzlü savunma için hazırlık yaptık. Bundan sonra da Partinin çıkarlarını ve prestijini yüksekte tutmak için ne lazımsa yapacağız. Bundan kuşkunuz olmasın. Fakat bu notumuzun son olacağından, artık sizinle ve cezaevindeki diğer arkadaşlarla ilişki kuramamaktan korkuyoruz. O zaman partiye propaganda materyali olarak kullanabileceği bir savunma materyali veremesek bile düşman karşısında Partiyi, ideolojiyi ve politikasını sözlü olarak savunmaya çalışırız. Suçumuz savunma metnini 12 Eylül öncesi hazır hale getirip, bir nüshasını size ulaştırmış olmamamızdır. Fakay o zaman içte (cezaevinde) arkadaşların eğitimi ile uğraşıyor ve savunma hazırlığını yalnızca geceleri ve çok gizli olarak yapıyorduk. Bu nedenle tamamlayamadık.

5- Dışarıdaki durumu bilmiyoruz. Bu nedenle herhangi bir öneride bulunamıyoruz. Fakat hissettiğimiz kadarıyla Cunta, Türkiye’yi ABD ve NATO’nun Ortadoğu’daki Truva atı haline getirme çabasındadır. Politikası Reagan ABD’sinin emperyalist Ortadoğu politikası ile çakışıyor. Cunta bölge gericiliği ile tam içli-dışlı olmuş durumda. Gördüğümüz kadarıyla Irak ya da Irak’taki muhtemel değişikliğe hazırlanıyor. Kerkük ve Musul’u gasp etmek için sabırsızlanıyor.

Azgın gerici ve saldırgan Türk cuntası, Partimize ve Türkiye’deki devrimci güçlere karşı saldırısını sürdürmeye devam edecek. İnsan haklarını hayasızca çiğnemeye ve halkımızı azgınca sömürmeye hız verecek. Çünkü Türk burjuvazisinin bunalımdan çıkış için baskı ve zulmü yoğunlaştırmaktan başka çaresi yoktur. Partimiz, cuntaya karşı hazırlığını, iç ve dış ittifaklarını bu durumu dikkate alarak geliştirmelidir. Bilinmelidir ki barış döneminde legalizm batağında gelişen sağ oportünist politikalar iflas etmişlerdir. Bir daha eski güçlerini toparlamaları imkansızdır. Parçalanacaklar ve güçsüz düşecekler. Bu nedenle DDKD, Özgürlük Yolu gibi teslimiyetçi siyasetçilerin şeflerinden çok tabanları, taraftarları mücadeleye çekilmelidir.

Şu anda sol maceracı anlayış da tehlikelidir. Partimizi yıpratır, gücümüzü dağıtır. Hazırlık ve toparlanma taktiği doğrudur. Acelecilik ve gözü dönmüş atılganlıktan çekinmek gerekir. Bizce örgütlenme, propaganda ve askeri hazırlık bir iki yıl sürmelidir.

Selamlar

ANF NEWS AGENCY

 

Kürt sorununu doğru tanımlama ve diyalog*
Denge-Firat tarih 27.03.2008 um 20:54 (UTC)
 ABDULLAH ÖCALAN

Ortadoğu’nun en karmaşk sorunlarından biri Kürt sorunudur. Sorun bu özelliğini dayandığı olgunun oluş tarzından almaktadır. Kürt olgusu doğru ortaya konulmadıkça, tarihte ve günümüzde olduğu gibi, gelecekte de sorunun daha fazla karmaşıklaşması ve ağırlaşarak beraberinde birçok yeni soruna yol açması kaçınılmaz olacaktır. Kürt sorunu bugün dünyayı en çok uğraştıran Arap-İsrail sorunundan hem kapsam, hem biçim olarak daha ağırlıklı ve derinlik arz eden bir konumdadır. Bu sorunun tümüyle açığa çıkmaması, eksik ve yanılgılı değerlendirmelere konu teşkil etmektedir. Birçok açıdan bölgenin en stratejik konumunda yer aldığı gibi, sorunlarının çeşitliliği ve ağırlığı açısından da başta geleni olmaktadır.

Bölgenin üç temel ulusal varlığı olan Farslar, Araplar ve Türklerin ortasında parçalanmış olması, sorunun kendiliğinden bölgesel çapta etkide bulunmasına yol açmaktadır. Birleşik kaplar misali, bir parçadaki çözüm diğer parçalar ve ülkeleri çözüme zorlamaktadır. Aksi halde de etki benzer olmaktadır. Coğrafyanın sarp olması, silahlı mücadele faktörünü her zaman gündemde tutmuştur. Tarihin tüm dönemlerinde gelişen her işgal, karşılığında şu veya bu biçimde bir direnmeyi doğurmuştur. Yaşam adeta doğal bir isyancı psikolojisiyle birlikte yürümektedir. Tıbbın artan olanaklarıyla genel nüfus 40 milyonu aşmıştır. Bu rakam, üzerinde her tür stratejik hesap yapılabilecek bir miktarı fazlasıyla teşkil etmektedir. Tarih boyunca geleneksel form olan aşiretçiliğin yoğun bir çözülüşe doğru gitmesi, toplumsal boyutta ilk defa birçok yeniliğe yol açmaktadır. Toplumsal sorunların çağdaş çözüm yollarından mahrum bırakılması, bu yenilikleri ağır kriz zeminine dönüştürmektedir. Birçok toplum yenilenip sorunlarından kurtulurken, Kürt yenileşmesi buna zıt biçimde tarihsel kördüğümlerine yenilerini atmaktadır. Çözüm şurada kalsın, Kürt varlığının inkar edilmesi veya çok farklı yansıtılması neredeyse egemen politika olarak sürüp gitmektedir. Diğer yandan artan teknik olanaklarla çağdaş dünyanın tanınması, bir bilinç ve talep patlamasına yol açmaktadır. Ortadoğu çapında demokratik çözüm yollarının gelişmeyişi, patlamaların dengesiz olmasına ve beraberinde trajik birçok olaya sebebiyet vermektedir. Ne geleneksel dini çözüm yollarının, ne çağdaş siyasi yolların açık olması, şiddeti tek kurtuluş seçeneği olarak hep gündemde tutmaktadır. Bu da dengesiz güç ortamında daha fazla kan dökülmesi, daha çok acı ve çıkmazın derinleşmesi anlamına gelmektedir. Daha da kötüsü, sorunun büyüklüğüne ve benzerlerinin çok üstünde bir yer işgal etmesine rağmen, hem diplomatik uluslararası ve hem de bölgesel ulusal kurumlar sorunla ilgilenmek yerine, inkarı ve ertelemeyi en akıllıca politika sanmaktadır. Özellikle coğrafyanın stratejik konumundan kaynaklanan karşılıklı çıkarlar, gizli bir diplomasiyle en insanlık dışı yaklaşımların birlikte sergilenmesini temel politik yöntem haline getirmiştir. Hiçbir etik değere bağlı kalınmamaktadır.

Şüphesiz Kürt sorununun bu hale gelmesinde dış nedenlerden çok iç nedenlerin kendisi başrolü oynamaktadır. Kürt olgusunun kendisi o kadar karmaşık ve tanınmaz hale getirilmiştir ki, en başta Kürtlerin kendileri ve en iyimser yaklaşım sahipleri nasıl tutarlı ve sonuç alıcı bir yaklaşım gösterecekleri konusunda adeta çaresiz kalmaktadır. O halde en başta yapılması gereken şey, Kürt olgusunun kendisini masaya yatırmak; bu olguya ilişkin olarak inkarcısından en duygusal yaklaşım sahiplerine kadar her çevrenin dediklerini irdelemek ve en doğruya yakın bir tanımlamada birleşebilmektir. Bu sağlanmasa bile, en bilimsel bir yaklaşımla olgu ve sorunun boyutlarını en açık ve anlaşılır biçimde tüm ilgili çevrelerin gündemine sürmektir. En azından bilimsel olgulara dayalı bir tartışma, en sağlıklı çözüm yolunun ne olduğuna ilişkin ortak paydayı büyütecektir. Yoksa şimdiye kadar yapıldığı gibi sağırlar diyaloğuyla hiçbir yere varılmayacağı açıktır. Her çevrenin tek taraflı inisiyatifiyle “yaptım da oldu” mantığının en kötü mantık olduğu artık anlaşılmak durumundadır. Tarih boyunca ve en çok da günümüzde diyalog yönteminin ilk elde uygulanması gereken yol olduğu, dünya genelinde olduğu gibi, bu sorunda da esas alınmak durumundadır. Tek taraflı emrivakiler gerçekten hiçbir taraf için kazandırıcı olmamıştır. Bu biçimde ne olgu ortadan kaldırılmış, ne sorun olmaktan çıkarılmış, ne de herhangi bir çözüm olanağına kavuşturulmuştur.

Bu durumda Kürt olgusunun tanımlanması büyük önem taşımaktadır. En büyük anlaşmazlık, olgunun nasıl tanımlanması gerektiği konusu üzerinde olmaktadır. Araplar Kürtleri ’Yemen Arapları’, Türkler ’Dağ Türkleri’, Farslar kendilerinin aynısı olarak gördükçe veya tersinden Kürtler en saf bir ulus olarak tanımlandıkça, bundan kaynaklanan siyasi yaklaşımların da çok farklı olması kaçınılmaz olacaktır. Farklı siyasi yaklaşımların beraberinde farklı uygulamaları getirmesi kaçınılmaz olduğu gibi, kör dövüşü daha da acılı ve içinden çıkılmaz bir hale getirmekten başka bir sonuç doğurması beklenemez.

* AİHM Savunmalarından
 

PKK’NİN DİYALEKTİĞİ SÜREKLİ VE BAŞARTAN MÜCADELEDİR-1-
Denge-Firat tarih 27.03.2008 um 20:51 (UTC)
 8 Mart’ın Dünya Emekçi Kadınlar Günü olması, yine 12 Mart darbesinin öngünü olması nedeniyle bugünler, bizim mücadele tarihimizde anlamı olan günlerdendir. Mart ayı her yılki savaş pratiğimizde düşmanın en çok yüklendiği ve bizi şaşırtarak, yanıltarak bahar hamlemizin önüne geçmek istediği günlerdir. Newroz’un yaşandığı günlerdir, baharın kendisidir ve en önemlisi de bu 1995 yılı, umutları büyük olan, planı büyük olan, hazırlığı büyük olan, bizim için büyük bir ulusal kurtuluş yılıdır, baharıdır. Onun çok büyük çalışmasını geçen kış boyunca burada yürüttük. Bu çalışmalarımız umudun çalışmaları, özgür yaşamdan vazgeçmemenin çalışmalarıdır. Özellikle geçen yıl, düşmanın “bitiriyoruz, son isyanı da bitirdik, bitireceğiz” dayatmasını yaptığı ve bunun için belki de tarihinin en güçlü baskı, şiddet, topyekün savaş yöntemlerini devreye koyarak bizi, gerçekten yenilgiye götürmek istediği bir yıldı. Ve düşmanın halen de iddiası odur.

Dikkat edilirse, bütün bunlar bizim etrafımızda cereyan ediyor. Bir yandan müthiş özgürlük umutları, özgürlük tutkuları, özgürlük çabaları, savaşı; diğer yandan müthiş bastırma, boşa çıkarma ve yenilgiye uğratma çabaları. Her an aklımıza gelen şudur: Bizler ne tarihten, ne de güncellikten anlamıyoruz. Militan, özellikle savaşçı bunun bilinciyle, dolayısıyla sorumluluğuyla yeterince hareket etmiyor. Ve bu, kendini tamamen sorumlu görmemek, bilinçsiz ve kölelikte bırakmaktır. Bunun etkilerinin çok güçlü olduğunu, dolayısıyla savaş tarzınızın da istediğimiz gibi gelişmemesinin temelinde bunun yattığını ortaya koyduk. Kendimizi bu kış boyunca neden bu kadar çözümledik? Bilinç ve sorumluluk sorunlarını hal etmek için. Şimdi biraz daha hakimiyetle söylüyoruz ki, her şey bir yana, böyle bilinçli, sorumlu olmak bir yana; ya onu ya bunu esas alacağız. Karıştırarak, zayıf bırakarak bu işlere girişilmez. Gerçekten yorgunuz demeyeceğim, ama bu çabalarımızın sonuçlarını layıkıyla alamamanızın bizde yarattığı bir öfke, bir rahatsızlık var. Yoksa çalışmaktan bıkma, yorulma düşünülemez. Ama buna bir türlü layık olmayışınız, kendinize bile anlam veremeyişiniz bizi zorlayan asıl etkendir. Benim yaşamı karşılayışım biraz farklıdır, bunu size biraz vermek istedik. Sizin ise kendinize yakıştırdığınız yaşam, bizim ölçülere göre yanılgılar, yanlışlıklarla doludur ve daha fazla düşmana yarıyor. İçinde büyük iddia, büyük umut yok. Aslında çok bencilce, bönce geçiyor. Kendimi en özlü değerlendirdiğimde bütün kıymeti harbiyem, bir yaşam tarzı olarak bu düzeyi yakalamam ve sürekli götürmemdir. Ben en büyük savaşın bu olduğunu görüyorum. Bu elde silahlar -aslında onu düşünmüyor değiliz, yapmıyor da değiliz, nitekim belirleyici olan biziz- fazla ilgimi çekmiyor. Asıl ilgimi çeken, bir kişiliğin kendi duruş şeklini, kendi pozisyonunu yaratmasıdır, yakalayabilmesidir. Sizde bu yok, yani savaşçının kişiliği, savaşçının duruşu, savaşçının-militanın olaylara bakışı, olayları ele alışı, düzenleyişi yok. Nasıl ki, köylü baltayı, küreği alır, gider rastgele kazmayı vurarak iş yaptığını sanırsa, sizinki de biraz öyledir. Silahı almışsınız omuza, nerede, nasıl vuracağını fazla öngörmeden patlatıp duruyorsunuz. Şimdi benim de buna en iyi tarzdır, iyi yapıyorlar demem imkansızdır. Bana göre savaşçılık daha farklı bir şeydir. Ama siz çok köylüce, çok kendinizce bu işlere katılıyorsunuz.
Aslında bunu çok açmaya da çalıştık. Hatta acaba ben anlatamıyor muyum, acaba anlattıklarım yeterince anlaşılır değil mi? Neden bu kadar inat ediyorlar, doğru dürüst bir tartışmaya giremiyorlar dedim. Anlıyorum, eğitime biraz ihtiyaç var, ama burada bunu da olağanüstü bir biçimde verdik. Büyük tartışma gücü sunduk, iddia etmeyin ki, içinizde fazla tartışmaya gelecek adam yok; sözle mücadele yürütecek, onu gözetecek kişilik fazla yok. Bu olmadı mı pratik düzenleyiş de sağlam gelişmez. Biz şimdi bunun sıkıntılarını yaşıyoruz. Burada bunu çözmeye çalıştık. Oturup ağlayacak değiliz, ama fazla cevap vermemeyi de sinemize öyle kolay oturtamayız. Hiçbir arkadaş “benim fazla teorik gücüm yok, ben bu işlerin altından kalkamam” demesin, sorun o değil. Benden daha iyi yapabilirsiniz, sizi yanıltan, esas engelleyen hayat şartları ve alışkanlıklarınızdır. Yine söylüyorum, benim bütün kıymeti harbiyem şu: Ben yaşamda yanılmam, benim yanılmam imkansızdır, ben burada kazanıyorum. Kendimi sizin gibi asla ne yorarım, ne çalıştırırım. Benim politika yapış tarzım vardır, ideolojiyi iyi ele alış tarzım vardır. İnsana bakış ve yönetim tarzım vardır. Benim marifetim budur. Sanırım sizde bu yok. Bu, çok kötü bir durum. Ben bir topluluğun içine gireceğim, bir toprak parçasının, bir kaya parçasının içine gireceğim de sizin gibi hareket edeceğim. Bazı insanlarla ilişkilerim olacak, ama bunlar böyle çözümsüz, bilmem karışık, ne idüğü belirsiz kalacaklar! Bu düşünülemez. Ama düşünün kendiniz nereye gidiyorsanız, hangi ilişkileri devralıyorsanız, ikinci gün hastalık çıkıyor, çözümsüzlük gelişiyor. Bunu aşmak zorundayız. Çok marifetli olduğumu da söylemiyorum, ama bu işleri yürütecek kadar da yeterliyim diyorum. Bizde, özellikle ideolojik, siyasal gerçeğimizin çok dışında kendi yetersizliğinde hareket edenler kendilerini fazlasıyla ağırlık yaptılar. Bazıları bunu halen çok kötü dayatıyor. Sizi bundan alıkoymak için çok değişik yöntemlere mi baş vuralım? Hayır, yine en iyi yöntem iknadır, sözle anlaşmadır. Diğer yöntemler daha çok feodal ve burjuvaziye aittir. Feodal düzenin yöntemleri vardır. Siz sıkça ona baş vuruyorsunuz, ama ben de ona baş vursam bu örgüt biter.

Örgüt içinde alışkanlıklarınızla yaşamak size kolay geliyor, ama bu tamamen bitiricidir. Her şeyden önce bu gelişmeye inanmalısınız. Kesin akıllıca gelişmeye ihtiyacınızın olduğuna emin olmalısınız. Sizde çok erken iktidar olma hastalıkları vardır. Benim bile cesaret edemeyeceğim kendini iktidar sanma, sizde çok gelişmiştir. Yetersiz bilinç, olmayan pratik bunun karikatürünü ortaya çıkarıyor. Ve bu da hemen hepinizi başarısız kılmıştır. Ne iktidar olmayı biliyorlar, ne iktidara varmayı biliyorlar, ama yanılgısını da çok kötü yaşıyorlar. Kendi kendilerinin bile inanamayacağı durumlarla karşı karşıya geliyorlar. Daha çok da kaçıyorlar, “biz adam olamayız, biz iktidar olamayız” diyorlar. Bu tip kaçış da kesin iflah etmez. Bunu aşmak gerekir.

 

PKK’NİN DİYALEKTİĞİ SÜREKLİ VE BAŞARTAN MÜCADELEDİR-2-
Denge-Firat tarih 27.03.2008 um 20:49 (UTC)
 Parti Önderliği




Sizin yaşamınız, aslında devrimi genel anlamıyla da kavrayamamış. Hele pratik yaklaşımları da çok tehlikeli. Ama yine de içine girmişsiniz, hem de ölümüne. Biz bunu düzeltmek istiyoruz. Hevesleriniz iyi, göze aldığınız fedakarlıklar, cesaretler iyidir. Bayağı da sevinçli ve coşkulusunuz. Ama her zaman söylediğim gibi, onun tarzı, temposu, onun nasılı, onun ifadesi, onun bütünüyle başarıya götürebilecek olan biçimi konusunda deli gibisiniz, hatta yoksunuz. Bu kargaşanın böyle gelişmesine, gücümüzün doğru kullanılmamasına ben mi yol açıyorum? Hayır, benim her şeyim ortadadır. Bunu bozan kimdir? Ben her zaman şunu arzuladım: Biraz seviye kazanmış, ciddi askeri, siyasi sorunları tartışmaya götürüp sonuç çıkabilecek bir topluluk yaratma. İşte ilk çocuk topluluklarını oluştururken de aslında çabam oydu. Çocuklarla hareket düzenlemek, hücum düzenlemek, avcılık yapmak, bitki toplayıcılığı yapmak... Benim için onlar da savaştı. Yılan avlamak, kartal avlamak... o zamanki savaşımım oydu. Ve bayağı da örgütlüydüm. Sizinkilerle karşılaştırdığımda, çok arzulu ve tüm pratik hünerini göstererek bu toplulukları idare etmeye çalışıyordum. Geliştire geliştire buraya geldik. Ama bana yine de o çocukluk dönemini hatırlatıyorsunuz. Benim düzenlemek istediğim savaşa sizin katılımınız biraz çocuklara benziyor. Herhalde bende kusur bulamazsınız, “bizi neden kattı” diyemezsiniz. Katmak, benim görevimdir. Ben buyum, insanları bir yerlere çağırıyorum. Adına devrim, özgürlük deyin, adına ne derseniz deyin. Kandırılarak gelmediniz. Öyle küçük teşvikler, küçük çıkarlar sunularak da gelmediniz. Belki bugün bile izah etmekte zorlandığınız, adını hep onur, şeref, yücelik, özgürlük, kurtuluş, vatanseverlik, tümüyle devrim diye tabir ettiğim bir kavram altında geldik. Çokları da gelmiştir. Dediğim gibi hiç birisi bizim gibi bu kavramların peşine düşmedi, gereklerini yerine getirmek için kendini patlatmadı. Bunlar önemlidir ve biraz saygılı olmanız gerekiyor.
Düşünün, hiç kabul edilmeyecek bir yönetim, hiç kabul edilmeyecek bir yaşamdır. Üzerimizde tehditler var. Alçaklar, şerefsizler, düşkünler, soytarılar, lanetliler bizim yaşamamız gereken yerlerde ve hepsi de gözlerimizin önünde cirit atıyorlar. Hiçbir şey yapamıyorsunuz. Bir programda bir TRT ekibi bayram dolayısıyla Urfa’ya gelmiş ”biz sonuna kadar Türk olarak şöyle şeyiz, insancılız, bilmem şefkatliyiz, ama” diyor, “bize karşı direneni de böyle yerle bir ederiz.” Tabii ki bizi kast ediyor. Bu bir anlayış, bir yayılma ideolojisi, şoven, faşist ideolojidir. Bizim insanımıza bakıyorsun, hepsi aval aval dinliyor, hatta alkışlıyor. Bu insan namussuzun en büyüğüdür, bu insana ne yapacaksın. Ben her zaman bunlara şunu diyorum: Sokakta rastlasam -eski zamanda kılıçlarla olurdu- hepsini tarardım. Tararım derken, kaba anlamda biçerim demiyorum, ama iki sözle hizaya getiririm. Getirmezsem zaten yaşatmam. Önderlik tarzım budur. Bu insanların ortasındasınız, rahatlıkla onlarla uzlaşıp gidiyorsunuz. Benim için bu imkansızdır. Ne anlayışta, ne pratikte kolay kolay uzlaşmam. Zaten ben kendimi şimdi öyle örgütlemişim ki, nereye gitsem safları ikiye yararım; bir kısmı ölümüne bağlanır, bir kısmı hedeftir. Yani nereye gitsem savaş vardır. Kişiliğim budur. Dikkat edin, komutanın kişiliği de ayrıdır, böyle olmak zorunda. Gerçek bir komutan gittiği her yerde safları ikiye böler; bir bu tarafa, bir o tarafa. Cepheleri ikiye böler; bir şu cephe, bir bu cephe. Yaşamı ikiye böler; bir şöyle yaşam, bir böyle yaşam. Her şeyi ikiye böler. Bir savaşa göre; özel savaşa göre, bir de devrimci savaşa göre. Ben kendim öyleyim. Dikkat edin, beni görüp de hemen saflara dökülmeyenin kalmayacağı gibi, tepkisi olan da düşmanlık edemezlik yapamaz. Neden böyleyim? Örgütleyiş, politik gücüm bunu sağlamıştır. Siz saflarımız içinde bile hangi cephede olduğunuzu kestiremiyorsunuz. İrade felç olmuş, bakış çok muğlak. Ondan sonra da “biz savaşçıyız, komutanız” diyorsunuz. Bu kavramlar biraz doğru anlaşılmalı. Her şeyden önce kendinizle bu temelde uğraşmayı, kendinizi belli bir aşamaya getirmeyi bilmelisiniz.

Şunu demeye getiriyoruz: Bu savaşı hem yürüteceğiz, hem de geliştireceğiz, ama bunu kişiler geliştirir. Sizler biraz geliştireceksiniz. Şimdi ben, sizi yine idare edeyim, savaşımınızı da geliştireyim, ama her şeyin benimle olmayacağını da iyi anlamalısınız. Bunu da söylesem, siz “ne kadar da anlıyoruz” diyeceksiniz. Ama ben de diyorum ki, kimse bizi pek anlamamıştır. Beni anlayan dört adamım olsaydı, her şey değişik yürürdü. Örneğin, V. Kongremizde Başkanlık Kurumu ve altı tane de yardımcı oluşturuldu. Bizim yardımcı arkadaşlara saygı duyuyorum. Ama onlara ben yardımcı oluyorum, onların bana fazla yardımcı olacak güçleri yok, yardımcı olabilmek kolay bir sorun değildir. Şimdiye kadar sürüklediğim gibi, bundan sonra da sürükleyeceğim. Yardımcı olabilmek bile büyük yetenek ister. On defa tekrarlıyorum, yardımcım halen anlayamıyor. Yani onları da yürütemiyorsa bu bir zavallıdır. Neden öyledir? Bunu kendine sormalıdır. Benimle yürümeye, yaşamaya alışmış. Aile yaşamı gibi, ahbap çavuş yaşamı gibi, namus meselesi gibi, “söyle ağam, öl de öleyim”, öyle bir tarz. Ama bizim tarzımız açıktır. Arkadaşları küçümsemiyorum, bayağı güçlü yönleri de var. Benden bile güçlü yönleri var, ama bütün bunlar önderlik tarzını yürütmeye yetmiyor. Yetmesi için dövüneceksiniz, çatlayacaksınız, kendinizi mutlaka yeterli kılacaksınız.

Bu militanlık için de geçerlidir. Sözüm ona komutanlık taslayanlar, ben bu kadar eleştireceğim, bu kadar yetersizliğin üzerinde duracağım ve halen kendilerine “komutanım” diyecekler. Yine de öyle komutan olsunlar; kendilerini böyle kabul etsinler. Dövecek, öldürecek değilim, ama ciddiye alacağım bir komutan da böyle olamaz. Benim ölçülerim vardır. Bunlar yabana atılacak ölçüler de değildir, hem tarihten hem güncel gerçeklikten süzülmüş özelliklerdir. Başarısı kanıtlanmış tarzdır. Buna ulaşamayacak, ama “ben komutanım, ben örgüt temsilcisiyim” diyecek, bu yanılgıdır.

 

<-Geri

 1  2  3 Devam -> 

 
 

 

 
Diese Webseite wurde kostenlos mit Homepage-Baukasten.de erstellt. Willst du auch eine eigene Webseite?
Gratis anmelden