Xêr Hatin Denge-Firat


 
   

Köse Yazilari ve Dizi Yazilar

   
 


 

 

Serûpel

Köse Yazilari ve Dizi Yazilar

Radyo

TARIHTE KÜRT ISYANLARI

Ziyaretci Defteri

 


     
 


Dizi Yazılar: NİHİLİZM GERÇEĞİ VE SONUÇLARI -2-
Denge-Firat tarih 27.03.2008 um 17:47 (UTC)
 NİHİLİZM GERÇEĞİ VE SONUÇLARI -2-



Bizim açımızdan önemli olan, sadece bu pratik ve edebi örnek değil, esas olarak nihilizmi en güçlü bir tarzda çözümleyen felsefi ve ideolojik yaklaşımları görüp bunun üzerinden sistem çözümlemesine gitmektir. Bu noktada Nietzsche gerçeğinde nihilizmi nedir sorusuna kısaca cevap vermek gerekiyor.

"1883 ile 1888 yılları arasında yazıya aldığı, ancak daha sonraları 1901 yılında Erk İstemci başlığıyla ölümünden sonra yayımlanmış notlarında Nietzsche, Avrupa kültüründe 'yoksayıcılığın ortaya çıkışı'nı son derece tehlikeli, adeta baş belası bir salgın hastalık olarak niteledikten sonra, kültürün dört bir köşesinde, hemen her yerde karşılaşmanın olanaklı olduğunu söylediği yoksayıcılığı çeşitli belirtileriyle birlikte enine boyuna irdelemektedir. Nietzsche yaşanan yoksayıcılığın başlıca nedenini, Hıristiyanlığın geçmişte taşıdığı özgün anlamı yitirerek Tanrıya duyulan inancın sahicilik zemininin yıkılmış olmasına bağlamaktadır. Nitekim Nietzsche'nin 'Tanrı öldü' deyişinde en iyi anlatımını bulan bu önü alınamaz süreç, insanlığın var oluş karşısında belli amaçlardan ve değerlerden yoksun kalarak boşluğa doğru sürüklenmekte oluşuna eşdeğerdir. Nietzsche, yaşanan bu değerlerin çürüyüp kokuşması süreci karşısında son derece olağandışı bir yoksayıcılık açıklaması getirmektedir. Bu bağlamda Nietzsche ünlü yoksayıcılık duyurusunda, yoksayıcılığı insanlık için en son fırsat olarak temellendirerek, bu fırsatın en son fırsat olduğunun bilinerek en iyi biçimde kullanılmasına önemle dikkat çekmektedir. Nietzsche değerler değer olmaktalıklarını bütün bütün yitirmişlerken, hala bir takım göksel, tanrısal, kutsal ya kutlu ülkülere başvurarak yaşamayı sürdürmenin yaşanan yoksayıcılığı daha da ağırlaştırmaktan öte bir anlam taşımadığını, bir alamda böyle bir yoksayıcılıkla yaşamayı sanki böyle bir şey hiç olmamışçasına sürdürmenin yoksayıcılığın kendisinden daha da tehlikeli olduğunu bildirmektedir. Nietzsche'nin yoksayıcılık gerçeğini kavramaya yönelik olarak sunduğu çözümlemeyi daha iyi anlamak bakımından şöyle bir benzetmeden yararlanılabilir. Nasıl ki yıkık dökük bir binayı onarmaya çalışmak, binayı önce tümden yıkıp sonra yeniden yapmaya koyulmaktan çok daha güçse, Nietzsche’ye göre ağır hasar almış değerleri onararak yoksayıcılığı iyileştirmeye çalışmak, yaşanan genel yoksayıcılık durumunu daha da ağırlaştırmaktan başka bir sonuç vermeyecektir. Buna bağlı olarak Nietzsche, yoksayıcılıktan kurtulmanın olanaklı tek yolunun yaşanan yoksayıcılığı sonuna dek götürmekten geçtiğini, yani varolan bütün değer yapılarını baştan aşağı yıkmakla ancak olanaklı olduğunu savunmaktadır. Bir başka deyişle, yoksayıcılığın sonuna dek nasıl götürüleceğinin yanıtı, doğrudan, 'değerlerin yeni baştan değerlendirilmesi' izlencesinin eksiksiz ve etkinlikle yaşama geçirilmesinde yatmaktadır. Nietzsche, kendi içinde açmaz oluşturacak bir biçimde yoksayıcılığın kendisini yoksayıcılığı ortadan kaldırmak amacıyla kullanmayı önerirken, bu işin altından kalkılabilmesi için iki ayrı 'ben yordamı'nın varlığından söz etmektedir. Bunlardan ilki sonuna dek götürülmüş kötümserlik olarak yaşanan edilgen yoksayıcı'nın konumuyken, buna karşı ikincisi yoksayıcılığın kendisinin araç olarak kullanılıp kendisinden kurtulmak amacıyla yaşanan etkin yoksayıcı konumudur. Edilgen yoksayıcılığın tarihteki en üst noktasının Schopenhauer'un kötümserlik yaşantısı üstüne kurulu felsefesi olduğunu belirten Nietzsche, değerlerin yeni baştan değerlendirilmesiyle yoksayıcılığın sonuna dek taşınarak kendisini kendiliğinden çözüştürmesinin ancak etkin yoksayıcılarca başarılabilecek bir ödev olduğunu öne sürmektedir. Nietzsche'nin perspektivizm (bakışaçısıcılık) diye de anılan yaklaşımına göre, bizim yüklediklerimiz dışında dünyanın kendisinde nesnel bir düzen ya da saltık bir yapı yoktur. Nitekim 'doğruluk belli türden bir insan tipinin kendisinden asla vazgeçemediği bir dürtüdür' derken Nietzsche, filozofların hiçbir sorgulamadan geçirmeden araştırmaya başladıkları kesinliklerin varlığını yadsıdığı gibi, filozofları da hastalıklı bir dürtünün egemenliğine boyun eğmiş insanlar olarak nitelemektedir. Nietzsche'nin son derece etkileyicilik açıklamasında yer alan 'değerlerin yıkımı', 'kozmik amaçsızlık', 'Tanrı'nın ölümü' gibi izlekler yalnızca kendinden sonraki felsefeciler için değil, başta sanatçılar ile toplum eleştiricileri olmak üzere kültürün hemen her dalından araştırmacılara büyük bir esin kaynağı olagelmiştir. Özellikle Nietzsche'nin yoksayıcılığa ilişkin çözümlemelerinin Oswald Spengler'in 1926 yılında yayımlanmış Batı'nın Batışı adlı son derece önemli kültür tarihi okuması üzerinde derin etkilerde bulunmuş olması ayrıca önemlidir. Spengler'in kültürlerin tarihinde yaptığı yoksayıcılık soruşturmasına göre, geçmişi yüzyıllarla anlatılan dinsel, sanatsal ve siyasal geleneklerin giderek güçten düşmeleri birbirinden değişik en az üç ayrı yoksayıcı karakterinin doğmasına yol açmıştır: (i)idealleri parçalayıp yok eden 'Faustçu yoksayıcı'; (ii) önündeki yıkılmış enkazı, devrilmiş değer yapılarının yıkıntısını kayıtsızca izlemekle yetinen 'Apolloncu yoksayıcı'; (iii) bütün enkaz yıkıntılarını kendisinden atan 'Hintli yoksayıcı'. Değer enkazlarının atılması düşüncesinin daha çok gerçekliğin olumsuzlanarak bu duruma katlanılması bağlamında Doğu dinlerinin çileciliğinin yoksayıcılık yorumu olduğunu belirten Spengler, Batı'nın ise yoksayıcılık bağlamında daha çok yaşamı olumlayan Epikurosçuluk ya da Stoacılık yönelimli bir yoksayıcılık anlayışından yürüdüğü saptamasında bulunmaktadır. Bu son derece önemli yapıtında Spengler, bu üç yoksayıcılık biçimiyle Batı uygarlığının bilgi kuramsal yetkesi ile varlık bilgisel temellerinin altının iyiden iyiye oyulduğunu, yoksayıcılık sürecinden geçmekte olan Batı'nın önü alınamaz bir çürümenin çok ileri bir aşamasına geldiği sonucuna varmaktadır. Yine bu aynı sonuç bağlamında bir başka önemli Alman düşünürü Heidegger 1927 yılında, yoksayıcılığın alttan alta, gizliden gizliye dal budak saran bir takım örtük biçimlerle Batılı insanın 'doğal durumu' konumuna çok daha önceleri geldiği gözleminde bulunmaktadır."

Bu alıntıda da görüldüğü gibi, hem Nietzsche'nin hem de bir biçimde onun devamı ve benzeri yorumcuların geliştirmiş olduğu değerlendirmelerin temelinde, Batı sisteminin özünün nihilizm üzerine oturduğu tespiti yapılmaktadır. Özellikle Heidegger'in nihilizmin batı insanının doğal durumu haline gelmesi tespiti en önemli tespittir. Tabii bu da Nietzsche'nin 'Tanrı öldü' kavramıyla bağlantılı bir biçimde ele alınmak durumundadır. Nietzsche 'Tanrı öldü' derken, artık tanrı ile uğraşmanın, sorunları tanrısal anlayış ve kavramlarla çözümlemenin sorunları giderek derinleştirdiği tespitinde bulunmaktadır. Tanrının ölmesi ya da batının dayandığı temel düşünce biçimlerinin artık çürümeye başlaması, onun yerine yeni düşünce biçimlerinin geliştirilmesini beraberinde getirmektedir. Oysa özellikle Nietzsche'nin kendi yaşadığı çağda yaşanan temel gerçeklik, Rönesans'ın dini düşünceyi aşma, skolastik felsefeyi aşarak bilimsel düşünce tarzına ulaşma çabalarının restorasyon süreci ile kesintiye uğrama ya da tersine dönme sürecidir. Bir karşı devrim sürecinin içerisinde bu sözleri söylemektedir. Batı'da eskinin dini düşünce kalıplarını aşan, onun yerine bilimsel, özgür düşünceyi geliştirmek isteyen ve bunu da doğal toplumun demokratik- komünal değer yargıları üzerinden yaratmak isteyen Rönesans çabalarını burjuvazinin lehine bir sistem olarak karşı devrim tarzında sisteme dönüştürülmesi biçimindeki gelişmeler karşısında bunu söylemektedir. Yani aslında bir biçimde dini düşünce aşılmış, eskinin felsefi yaklaşımları, bakış açıları da önemli oranda aşılmıştır. Onun yerine yeni bir değerler sisteminin oturtulması gerekmektedir ama bu değerler sistemine karşı yürütülen mücadelede, halen eskinin kimi değer yargılarını yeniden restore ederek, yeniden yapılandırarak yapmaya çalışma beyhude ve hatta sorunu giderek derinleştiren bir çabadır. Bu anlamda Nietzsche'nin tespiti, sorunun köklü çözümüne dönük, güçlü bir yaklaşım ifade etmektedir. Yani eğer tanrı ölmüşse, onu tekrar diriltmeye çalışmanın, onun parçalarından yeni tanrılar oluşturmanın bir anlamı yoktur. Onun yerine toplumun kendi öz dinamiklerine dayalı, kendi temel değerlerine uygun yeni bir düşünce sisteminin oluşturulması gerekir. Nietzsche'nin değerlendirme ve çözümlemelerinde en çok vurgu yaptığı konular ahlak ve vicdan konularıdır. Ahlaklı- erdemli insandan sürekli bahsetmektedir. Ahlaklı ve erdemli insanı üst insan olarak tanımlayan Nietzsche, toplumun bütün düşünce yapılarını aşan, onun yerine çok köklü ve güçlü düşünce devrimlerini yaratan bir insan tipi, modeli çizmektedir.

Çizilen bu insan modelinin düşünce kaynaklarını öncelikle güçlü bir biçimde ortaya koyuyor. Örneğin, Avrupa düşünce yapısının Rönesans ile birlikte kendisini dayandırdığı temel kaynakları çözümlerken, genelde Avrupa'nın aslında analitik düşünceyi temsil eden Apolloncu bir düşünce geleneğini esas aldığını, analitik bakış açısının ise aşırı akılcı, duyguları tamamıyla görmezden gelen, insanın coşkularını, heyecanlarını, ahlaki değer yargılarını tanımayan bir düşünce olduğuna vurgu yapmakta, onun yerine ise Dionysesçi düşünce geleneğinin esas alınması gerektiğine dikkat çekmektedir. Dionysesçilik daha çok insanların duygularını, estetik kaygılarını, ahlaki yönünü temsil eden ve doğal toplumun bir yerde düşünce biçimini temsil etmektedir. Batı felsefesinde Dionysesçi gelenek ile Apolloncu gelenek arasındaki çelişki ve çatışmada Dionysesçiliği esas alması, Nietzsche'nin bilerek ya da bilmeyerek, farkında olarak ya da olmayarak felsefi olarak doğal toplumun düşünce tarzını esas alması anlamına geliyor. Sadece bu da değil, Nietzsche aydınlanma ile birlikte gelişen ve Rönesans'ın doğal toplumu temsil eden düşünce yapılarını özellikle Yunan felsefesi ile aşılması ya da Yunan felsefesinin yeniden yorumlanması, yeni Platonculuk, yeni Aristoculuk tarzındaki yorumları ile aşılması ve aydınlanmanın da Yunan felsefesi üzerine oturtulmasının felsefenin gerçek kaynaklarını ifade etmediği gerçeğine dikkat çekmektedir. Dikkat edilirse Nietzsche, o dönemin felsefe tartışmalarına damgasını vuran kitabının ismini Zerdüşt Böyle Buyurdu koymaktadır. Batı felsefesinin kaynak olarak kendisine esas aldığı Yunan felsefesinin ve düşüncesinin de esas olarak Mezopotamya, Mısır kaynaklı olduğunu vurgulamakta ve felsefenin ana yurdu olarak Mezopotamya'yı işaret etmektedir. Mezopotamya'daki düşünce biçiminin ise özü itibariyle kendisine dayatılan analitik düşünce biçimlerini reddeden, Nietzsche'ye göre mistik ama özünde doğal toplum düşünce tarzının ön planda olduğu bir düşünce yapısıdır ve bu da tesadüf değildir. Aynı dönemde Avrupa'daki araştırmacılar Zerdüşt ile ilgili araştırmalar yapmakta ve bir Fransız araştırmacı, 15 yıllık araştırmalarından sonra Hindistan'da Avesta'yı bulup Avrupa'ya getirmiş, Avrupa'da Avesta'nın yapılan çevirisi üzerine tartışmalar başlamıştır. Ama yürütülen bu tartışmalar o güne kadar Avrupa aydınlanmasının temelini dayandırdığı Yunan felsefesinin kökenlerinin Mezopotamya olduğunu gösterdiğinden dolayı bu tartışmaların ört bas edilmesi biçiminde sonuçlanmaktadır. Nietzsche bu anlamda kendi felsefesini bir yerde Zerdüşt'e dayandırarak temel alınması gereken değerler bütününün de kaynağını ortaya koymaktadır. Bu yönüyle ele alındığında Nietzsche'nin geliştirmiş olduğu nihilizmi araştırma, inceleme ve nihilizmi aşma çabaları her ne kadar kendi içerisinde kimi handikapları, kimi eksiklikleri, yetersizlikleri olsa da, sorunu yakaladığını göstermektedir. Dolayısıyla Nietzsche ile ilgili yürütülecek olan tartışmalar bu noktada Nietzsche'nin neyi esas aldığı, neyi aşmaya çalıştığı, yöntemlerinin neler olduğu yönünde güçlü bir tartışmayı gerektirmektedir. Önderliğin bu konuda yapmış olduğu çağrılar, Nietzsche ile ilgili yeni bir tartışma gündeminin oluşmasına neden olacaktır. Dolayısıyla burada bizim için önemli olan Nietzsche'nin nihilizmin aşılmasına dönük, bizzat nihilizmin kendisinden yararlanarak, yani nihilizmin mevcut toplumsal gerçekliğe ait bütün değer yargılarını reddeden, inkar eden ve yıkmaya çalışan yaklaşımlarının sonuna kadar götürülmesi ve özellikle batı düşünce sistemini bu noktada kökten bir biçimde sorgulamaya tabi tutmasına yönelik düşüncelerinin özünde devrimci bir yaklaşım olduğudur. Bu devrimci yaklaşımı eğer yeni bir değerler sisteminin oluşturulması tarzında sonuçlandırılabilirse, büyük çıkışları beraberinde getirecek bir yaklaşımdır. Ancak Nietzsche'de nihilizmi nihilizm ile aşma yaklaşımı ve nihilizmin yıkıcı yönünü çok fazla vurgulaması, kendisini de aslında nihilizmin toplum karşıtı, toplumsallık karşıtı tuzağına düşmesini beraberinde getirmektedir. Kendisinin çıkışsızlığı, yapmış olduğu bazı temel tespitlerin önemini küçültmez. O açıdan da bu konuda yürütülecek tartışmaların yerli yerine oturtulması büyük öneme sahiptir. Ancak belirttiğimiz gibi sistemi aşmaya çalışan yaklaşımlar, özellikle nihilist yaklaşımlar, doğru çözümlenip aşılmadığı takdirde o kulvardan yürütülecek bir mücadele, sistemi üretmekten kendisini kurtaramaz.

Nietzsche'nin kendisi ile ilgili yapmış olduğu değerlendirmelerde kimi abartılı yönler de vardır. "Bu ağız bu kulaklara göre değildir" tespiti Nietzsche'nin kendi çağında anlaşılmazlığını çok çarpıcı bir biçimde ortaya koymaktadır. Yine Nietzsche, kendisinin en çok tartışılıp anlaşılacağı zaman diliminin 2000'li yıllar olacağı yönündeki tespiti de önemli bir öngörüdür. Nietzsche'nin bu tespitleri basit analitik tespitler değil, aslında bir yerde onun insan duyguları üzerindeki yoğunlaşmasının kendisine kazandırmış olduğu duygusal aklın öngörüsü olarak da değerlendirilebilir. Ancak belirttiğimiz gibi duygusal zekâ ile analitik zekâyı bütünleştirebilmesinin ne düşünsel bir zemini vardı, ne de toplumsal koşullar buna elveriyordu. O yüzden de Nietzsche, kendisinin bu çelişkisi içerisinde sonunda delirerek yaşamını sonlandırmıştır. O açıdan nihilizm ile ilgili geliştirilecek ve yürütülecek olan tartışmalar, peşinen bu çıkmazı aşan, bu anlamda bir perspektifi olan tartışmalar olmak durumundadır. Bu noktada sistemin bütün değer yargılarını eleştiren, yeniden çözümlemeye tabi tutan ve kendi paradigmasını oluşturan Önderliğin felsefi bakış açısı bütünlüklü kavranmadan, bu tür okuma ve tartışmalar geliştirmek, ideolojik sapma ve kırılmaların da nedenini ortaya koymaktadır. Zira sistemin bütün mezhepleri şu veya bu biçimde sonuçları itibariyle inkârcılığa götüren ve gittiği noktada da sistemi üreten, sistemin içerisine çeken bir öze sahiptir. Eğer sisteme dönük eleştirileri olan kimi düşünce akımları araştırılıp incelenip kendi ideolojik güçlenmememizin bileşenleri haline getirilecekse, onların olumlu yönlerinden sentezlere ulaşılacaksa, öncelikle kendi ideolojik kimliğimizi net olarak ortaya koymamız gerekiyor. Bu diğer mezhepler için böyle olduğu gibi, sistemin özüne ilişkin yürütülen ideolojik tartışmalarda da böyle olmak zorundadır. Sistemin özünün nihilizm olduğu, eğer temel bir gerçek olarak kabul edilecekse, nihilizme dönük tartışmaların temel handikabı olan kişinin sonda bütün toplumu ve kendisini inkâr edebileceği bir noktaya gidememesi için kendi sistemini kurduktan sonra ya da kendi düşünsel sistem perspektifi oluştuktan sonra bu tartışmaları yürütmesi sağlıklı olacaktır.

Nietzsche'nin 'Tanrı öldü' tespitinde öngördüğü şekliyle eskinin değer yargılarını restore ederek bu sistem aşılamaz. Önderliğin geliştirmiş olduğu yeni paradigma aslında bir yerde bu sistemi kökten reddeden bir düşünce sistemi ile sistem aşılabilir tespitinin belli bir felsefi bakış açısı, ideolojik formasyon ve toplumsal proje olarak ortaya konulmuş halidir. Nitekim Önderliğin yeni paradigma olarak adlandırdığı egemenlikli-iktidarcı zihniyetin bütün yapı, kurum ve kavramlarını eleştiren, onların yerine de kendi yapı ve kurumlarını bir proje olarak koyan, hatta kendi dilini, epistemolojisini oluşturma yönündeki yaklaşımları sistemi köklü aşma yaklaşımından kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla sisteme karşı sağlıklı bir ideolojik mücadele yürütebilmek için sadece sistemin çözülmesi, çözümlenmesi, sistemi eleştiren çeşitli düşüncelerin sentezlenmesi yetmemektedir. Sistemin alternatifi olabilecek bir düşünce sistemini bütünlüklü olarak kendisinde oturtamayan herhangi bir yaklaşımın sonuçta sistemle bütünleşmemesi mümkün değildir. Zira sistemin beş bin yıllık oturmuş olan düşünce sistematiği kendisi karşısında gelişen bütün muhalefetlerin içerisine sızabilecek ve onların kendi karşıtına, kendisini inkâr edebilecek bir noktaya getirmeye muktedirdir. Bu yönüyle ele alındığında Önderliğin kapitalizmi derinleşmiş, içselleşmiş kölelik olarak tanımlaması aslında sistemin, toplumu kendi kendini inkâr edecek bir düşünce zemini üzerine oturtması, bu yönüyle de toplum karşıtlığını topluma içselleştirmesi gerçeği ile yakından bağlantılıdır. Bu yüzden de sistemi aşabilecek olan düşüncenin sistemin merkezlerinden çıkıp gelişemeyeceğine vurgu yaparak, sistemi aşabilecek düşüncenin ancak sistemin çeperlerinde yaşayan dinamiklerin içinde üretebileceğini dikkat çekerken bu gerçek üzerinden hareket etmektedir. Önderliğin sisteme dönük eleştirilerinin bu kadar güçlü olması sistemi ideolojik, felsefi olarak çözümlemiş ve aşmış olması gerçeği ile bağlantılı olarak anlaşılabilir. Bunu da başından günümüze kadar sistemin temelini oluşturan düşünce yapısının gelişim diyalektiğini çözerek, çözümleyerek gerçekleştirmiştir. Sistemin daha çok ekonomik sosyolojik çözümlemesi olan üretim tarzları ve sınıf gerçeği ile izah eden yaklaşımları ikincil etkenler olarak gören, sistemin özünün egemenlikli düşünce yapısının gelişiminde yattığını ortaya koyan Önderlik, tarih çözümlemelerini de özellikle bu noktadan geliştirmektedir. Tüm savunmalarında genelde düşüncenin, özelde de ideolojinin gelişim diyalektiği üzerinde bu kadar durmasının nedeni de sistemin esas gücünün burada saklı olmasından dolayıdır. Örneğin toplumu sosyo- ekonomik ve siyasal biçimleri üzerinden ilkel komünal, köleci, feodal, kapitalist toplum biçiminde çözümlemek yerine, totemci animist, fetişist düşünce, yine mitolojik, teolojik, dini, felsefi ve bilimsel düşünce kategorilerine göre çözümlemeye gitmesi ve özellikle bu boyutu üzerinde daha çok durması sistemin belirtilen özüyle ilgilidir.

Nihilist felsefe belirttiğimiz bu gelişim evrelerinin ardından,20. yüzyılda yeni bir biçim kazanmıştır. "Yoksayıcılık, felsefe tarihinde çoğunlukla sonuna dek götürülmüş kuşkuculuk ile görecilik anlayışları doğrultusunda tartışıla gelmiş olsa da, 20. yüzyılın çok büyük bir kısmında yaşamın bütünüyle anlamsız olduğunu savunan, varoluşçu felsefenin ağır bastığı bir düşünsel konumla bir tutulur olmuştur. Bu anlamda varoluşçu yoksayıcılık dünyanın belli bir anlamdan ve amaçtan yoksun olduğu savından başlayarak, gerçekleştirilen bütün eylemlerin, yaşanan bütün acıların, duyulan bütün duyguların kesinlikle anlamsız, saçma, boş ve değersiz oldukları sonucuna varmaktadır. Karanlık Yan: Yaşamın Boşunalığı Üzerine Düşünceler (1994) adlı kitabında Alan Pratt, varoluşçu yoksayıcılığın kimileyin falan biçim altında kimileyinse filan biçim altında Batı düşüncesinin derinlerinde en başından beri etkinlikle dolaşımda olduğunu açıklıkla göstermektedir. Sözgelimi bu anlamda, uslanmaz kuşkuculuğu nedeniyle felsefe tarihinde çoğunluk 'Karanlık' diye anılan Empedokles'in 'ölümlülerin dünyası çok çok, olsa olsa hiç yaşamamış bir şeyin dünyasıdır' sözünde varoluşçu yoksayıcılık ile bir tutulan sonuna dek taşınmış kötümserliğin gövdelendiği görülmektedir. Eskiçağda, bu denli derin bir kötümserlik felsefesi en üst noktasına Hegesis ile ulaşmıştır. Yaşamın verdiği hazlar karşısında katlanılmak durumunda kalınan acıların çok daha fazla olmasından ötürü, insanın yaşamının hiçbir bölümünde mutlu olmasının söz konusu olmadığını ileri süren Hegesis, böyle bir dünyada yapılması anlamlı bir şey varsa onun da insanın kendi canına kıyması olduğunu söylemektedir. Aradan yüzyıllar geçtikten sonra Rönesans döneminde William Shakspeare, varoluşçu yoksayıcılığın yaşama bakışını Macbeth adlı o ünlü yapıtında ölümsüzleştirmiştir. 20. yüzyıl felsefelerine dönüldüğünde, özellikle 1940 ile 1950 yılları arası Fransası'nda tanrıtanımazcı varoluşçuluk akımının sıradan insanların yaşamlarına varoluşçu yoksayıclığı soktuğu görülmektedir. Ancak bu bağlamda kimileyin yoksayıcılığın felsefi öneminin ıskalanarak ayakaltına düşecek denli popülerleşmiş olması da bir gerçektir. Özellikle Jean Paul Sartre'ın varoluşçuluk için bir hayli belirleyici olmuş Varoluşçuluk Bir İnsancılıktır adlı yapıtında dile getirdiği 'varoluş özden (yani varlıktan) önce gelir' savsözüyle, olmuş bitmiş belli bir özsel ben tasarımı üstüne insan doğasını bina etmenin olanaksızlığını açıkça kesinlemiş olmasına bağlı olarak, insan yaşamının belli bir dayanak ya da temel doğrultusunda kavranılamazlığı düşüncesi son derece büyük bir yankı uyandırmıştır. Yanılsamalardan kurtulunduğu vakit, yaşamın hiçlikten başka bir şey ortaya koymadığı açıklıkla görülecek, hiçliğin hem saltık anlamda bir özgürlüğe ulaşmanın gerçek tek yolu olduğu, hem de bu özgürlüğün gerçekleştirilmesi için geçilmesi gereken varoluş kaygısı ile yaşam korkusunun da ana kaynağı olduğunun farkına varılacaktır. Bu anlamda Sartre'ın varoluşçuluk felsefesinde hiçlik deneyimi, sahiciliğe aykırı tutum ve davranışlar içinde bulunma olarak görüp 'kötü inanç' diye adlandırdığı, insanın kendi özgürlüğünü gerçekleştirmesinin önündeki en büyük engel olan kendini kandırma etiğinden sıyrılmasının da baş koşuludur. Hiçlik herkesin kendisini yabancısı olduğu bir dünyaya fırlatılmış bulması karşısında anlamlandıramadığı böyle bir dünyada yaşamına seçerek yön çizmek zorunda olmasından kaynaklanan temel bir insanlık deneyimidir. Bu dünyada varolan her şey, yaşanan her durum Albert Camus’nün belirttiği üzere saçmalık üzerine kuruludur. Sisyphos'un o kocaman kayayı tepeye her çıkarışında kayanın gerisin geriye başlangıçtaki yerine yuvarlanmasıyla sürekli yinelenen deneyim, Camus'nün gözünde varoluşun saçmalığını çok güzel anlatan bir eğretilemedir. Aynı öteki varoluşçular gibi Camus için de yoksayıcılık çağın katlanılması en güç sorunudur. Bu katlanılmazlık karşısında Camus, yoksayıcılığın kimi yıkıcı etkilerinden korunmanın, yoksayıcılığın yol açtığı sorunlarla baş etmenin olanaklı olduğunu tutkulu bir biçimde göstermeye çalışmış olsa da, Yabancı (1942), Caligula (1944), Salgın (1947), Düşüş (1956) başta olmak üzere yazdığı pek çok yapıtında yoksayıcılığa karşı verilecek savaşın hep hüsranla son bulmaya yazgılı olduğu açıklıkla görülmektedir."

Nihilizmin araştırılıp- incelenip aşılmasına dönük benzer yaklaşım ve değerlendirmeler farklı yazarlar ve felsefeciler tarafından da geliştirilmiş ama varoluşçulukta da görüldüğü gibi bunlar sonuçları itibariyle sistemin toplumu sürüklemek istediği bunalımı sürekli besleyen, anlamsızlığı derinleştiren düşünceler olmanın ötesine geçememiştir. Zaten inkârcılık da özünde mevcut olanın eleştirisi, kabul edilmemesi gerçeğini başlangıç noktası yapmaktadır. Mevcudun kabul edilmezliği, aşılması ihtiyacı, onun reddini beraberinde getirmekte, bu ret sağlıklı ve diyalektik bir tarzda gerçekleşmeyince reddin yerini inkâr almaktadır. Yani varolanın içinden olumlu olanı, insanın özüne uygun olanı seçip almak, insanın özüyle çelişeni atmak tarzındaki eleştirel bakışı yerine, onu tümden inkâr eden, onu hiç yaşanmamış ya da hiç yaşanmaması gereken bir gerçeklik olarak görmek aslında onu anlamsızlaştırmaktadır. Dolayısıyla mevcut toplumsal gerçeğin, yaşam gerçeğinin anlamsızlaştırılması, insanın özünün inkârı anlamına gelmektedir. Başta da belirttiğimiz gibi eğer insan tanımımız doğanın ve toplumun anlam gücü biçimindeyse, insanın içinde yaşamış olduğu çağı, toplumsal gerçeği hatta doğayı ve evreni anlama yönündeki düşüncesinin dayandığı değerler dizgesini yok edilmesi halinde, yaşamın bütünü anlamsızlaşır. Yaşamın bütün yönleriyle bu kadar anlamsız, bu kadar inanılmaz ve güvenilmez gören bir düşünce yapısı ise sonuçta insanı kendi kendinin inkârına götürecektir. Yaptığımız alıntılardan da anlaşılacağı üzere anlamsızlığa yönelmiş sorgulayıcılık biraz daha ileriye götürüldüğünde, "mademki yaşam bu kadar anlamsız, onun anlam gücü olan insanın varlığının da bir anlamı yoktur" noktasına gelerek, en iyi kurtuluşun kişinin kendi varlığını ortadan kaldırması ile sonuçlandırması gibisinden bir sonuca götürmektedir. Dolayısıyla nihilizm tarzındaki düşünce yapılarının hepsinin sonuçta insanı götürdüğü yer, başta da belirttiğimiz gibi kaçınılmaz bir son olarak intihardır. 19. ve 20. yüzyıl gibi çelişki ve çatışmalarının en keskin ve en tahripkâr olarak yaşandığı bir çağ gerçeğinde çözümü üretebilme gücünü kendisinde bulamayan insan için yaşam gerçekten de bir acılar yığını, bir anlamsızlık yığını olarak algılanmaktadır. Dolayısıyla güçsüzlüğün, çaresizliğin beslediği bu anlam boşluğu, anlam yaratımını da aynı yanılgı ve zayıflıkla kendini inkâr etmede bulmaktadır. Dolayısıyla her inkâr, sonuç itibariyle insanı imhaya götürecektir. İnsanın özündeki anlam bulma, anlam yaratma, anlam arama ve her şeyi anlamlandırma yönelimi toplumsal gerçeklik ya da yaşam gerçekliği karşısında tıkandığında ortaya çıkan durum bunalım olmaktadır. Ve bu bunalımdan çıkış yolu olarak daha ileri, daha gelişkin bir anlam gücünü yaratamadığı takdirde yaşamın kendisi bir bunalıma dönüşmekte, yaşamı anlamlandırma gücünün kendisi anlamsız hale gelmektedir. Ve kendisi anlamsız hale gelmiş olan insan, özüyle çeliştiğinden dolayı çözümü kendisini ortadan kaldırmakta bulmaktadır. Nihilizmin götürdüğü son noktadır bu.



Nihilist Eğilimin Bunalımlı İnsanı Ve Gerçeğimizde Nihilist Dışa Vurumlar

Günümüz insanı ile ilgili Önderliğin yapmış olduğu bazı temel tespitler sistemin ideolojik özündeki bu inkârcılıkla birebir bağlantılıdır. Önderliğin çağ insanı için yapmış olduğu 'at gözlüklü teneke yürekli' benzetmesi, yine "robotlaşmış insan", "karıncalaşmış insan" tespitleri özünde anlam üretemeyen insanı ifade etmektedir. Anlam gücünden yoksun insan, aslında bir yerde robotlaşmış, karıncalaşmış, teneke yürekli olmuş insandır. İnsanı insan yapan onun anlam gücüyse ve bu anlam gücü, özünü toplumsallıkta buluyorsa, parçaladığı toplumsallık üzerinden kendini üretmek durumunda olan kapitalizmin yaptığı insanın anlam gücünü ortadan kaldırmak dışında bir şey değildir. Günümüzde yaşanan da budur. Bu yönüyle bakıldığında gelişen bunalımlar, bu bunalımların gerek kişilik bunalımları, gerek pratik yaşam içerisindeki çıkışsızlıklar biçiminde kendi kendinin inkârı ve imhası ile sonuçlanması sistemin özü ve bu özün sonucu olan zihniyetin insanda içselleşmiş olmasıyla doğrudan bağlantılıdır. Kapitalizmin bir kriz sistemi olduğu gerçeği kendisini en çıplak biçimiyle sistemin düşünsel özündeki nihilizmde açığa vurur. Tabii nihilizm sadece sistemin üzerine oturduğu uygarlık gerçeğinin ürettiği ama geçmişte kalmış ve bu anlamda insanda içselleşmiş bir gerçeklik olmanın da ötesinde, sistemin her gün, her şekliyle ürettiği bir gerçektir. Çünkü bu sistem çözümsüzlük sistemidir ve çözümsüzlük dışında bir şey üretmesi de beklenmemelidir. Özünde ki sömürgeci gerçeklik, üretmek yerine tüketmeyi esas almaktadır. Tüketilen sadece insan emeği değildir. Tüketim öyle bir noktaya vardırılmıştır ki tüketilmemiş hiç bir şey bırakılmamıştır. İnsan emeğinden başlayan bu tüketim düşüncenin, ilişkilerin, yaşamın ve en sonunda da tüm bunların özüne yönelmiş bir anlam tüketimine kadar varır. İnsana ait olanın özünde ki anlama yönelmiş bir tüketim, nihilizmin bayrağını dalgalandırdığı andır. Bu bakımdan sistem ile ilgili yapılacak bütün çözümlemelerin üzerine oturtulacağı temel kavramlardan birisi de, yine nihilizmdir. Nihilizm sistemin özünde vardır ancak post- modernizmle birlikte artık bu, sistemin açıktan sahiplendiği ve topluma propaganda ettiği bir kimlik haline gelmiştir. Önderlik, sistem çözümlemesini esas olarak onun düşünsel-ideolojik gelişimi üzerinden geliştirerek ve sistemin çözümsüzlüğünü de esas olarak düşünsel boyutta ortaya koyarak, bu çözümlemeyi getirip sistemin çözümsüzlüğünün son teorisi olarak post-modernizme kadar dayandırmaktadır. İşte burada sistemin özü olarak nihilizmin gelip dayandığı gerçek de post-modern düşünce biçimi olmaktadır. Nihilizm ile post-modernizmin bu buluşmasını da aynı kaynaktan aktararak devam edebiliriz."20.yüzyılın sonlarına doğru gelindiğinde, yoksayıcılığın yeni bir anlamsal açılım daha kazandığına tanık olunmaktadır. Buna göre yoksayıcılığın, insancılığından sıyrılmış, elinden dünyaya karşı kayıtsız kalmaktan başka bir şey gelmeyen, yabancılaşmış, kafası karışık, ne yapacağını bilmez bir biçimde oradan oraya sürüklenen post modern insanın ayrılmaz, daha da önemlisi en belirleyici bileşeni olarak görülmeye başlanması söz konusudur. Post modernleşmiş insanın yoksayıcılık deneyiminde, ya varolan tinsel enerjinin hazcı bir özseverlik (narsizm) yoluyla olabildiğince çok haz almak adına olur olmaz her yere boşaltımı söz konusudur ya da çoğunluk eninde sonunda büyük şiddet patlamalarıyla son bulan derin bir 'içerleme'nin eşlik ettiği hınç deneyimleri içine sıkışıp kalması. Fransız felsefeci Jean-François Lyotard post moderniz mi 'üst anlatılara karşı duyulan kuşkuculuk ya da inançsızlık' diye tanımlarken, kendilerine dayanarak dünyayı anlamlandırdığımız temeldenci anlatıların güvenilirliklerini yitirmesinin günümüzün post modern dünyasında yaşanan genel yoksayıcılık deneyiminin başlıca nedeni olduğunu vurgulamaktadır. Lyotard'ın parmak bastığı nokta daha da ayrıntılandırılacak olursa post modern felsefenin geleneksel felsefeye yönelttiği temel eleştirilerin doğal bir sonucu olarak ortaya çıkan 'temeldencilik karşıtlığı'nın özünde yoksayıcı bir konum olduğu söylenebilir. Nitekim gerek düşünce alanındaki gerek etik pratiklerdeki sıradüzenli değer yapılarının, bu sıradüzenler doğrultusunda ortaya atılan doğruluk savlarının, deney ötesi, dil ötesi, kültürler ötesi, zaman ötesi bütün kavramların sorunsallaşması post modern durumun yoksayıcılık türeten bir durum olmasını anlaşılır kılmaktadır. Yoksayıcılığa yönelik bu post modern açılımı, kimileri doğrudan varoluşçu yoksayıcılık anlayışının bir uzantısı olarak değerlendirirken, buna karşı kimileri de post modern dünyayla birlikte yoksayıcılığın kendi evrimler tarihinde de son derece derin bir kırılma yaşandığını, dolayısıyla da geçmişteki bildik hiçbir yoksayıcılık tasarımıyla açıklanamayacak bambaşka bir yoksayıcılık aşamasına geçildiğini savunmaktadır. Anlamsızlık üstüne yaptığı çalışmasında Donald Crosby, yoksayıcılğın geldiği bu son aşamaya ilişkin olarak oldukça ilginç bir saptamada bulunmaktadır. Crosby, post modern yoksayıcılığın geldiği bu son aşamaya ilişkin olarak oldukça ilginç bir saptamada bulunmaktadır. Crosby, post modern yoksayıcılığın kaynağında, kendi içinde açmazlı olmakla birlikte, yüzyıllardır ödünsüz bir biçimde düşünsel dürüstlük duygusuna içtenlikle bağlılık duyularak verilmiş büyük mücadelelerden, sarf edilmiş onca emekten başka bir şeyin bulunmadığını sezinletmektedir. 'Elbette bir gün gelecek sorgulama süreci bir yerde sona erecek; yüzyılların onca çabasının boşa gittiği, ortaya konmuş bir yığın düşünce ile değer yapısının yıkılıp dağıldığı post modern bir umarsızlık içinde görülecektir.' sözleriyle Crosby aşırı değer isteğinin hep değersizlikle son bulduğunu söyleyen Nietzsche'nin yoksayıcılık hastalığına koyduğu teşhiste içerimlenen temel çelişkiyi de olurlamaktadır."

Özet bir biçimde de olsa post- modernizmin nihilizmle ilişkisini ortaya koyan bu değerlendirmenin en çarpıcı yönü, post- modern düşüncenin sistemin düşünsel özü olan nihilizmi bile yadsıyabilecek bir noktaya gelmiş olması tarzında ifade edilmektedir. Bu, kapitalist sistemin, sistemsel çözümlemesine dönük Önderliğin yapmış olduğu çözümlemede, burjuvazinin kendi kendini yok edebilecek bir sistem oluşturduğu, kendisine karşıt bir karakter kazanmaya başladığı yönündeki vurgusuyla aynı anlama gelmektedir. Yine kapitalist krizin uygarlıksal krizin sonul krizi olduğu yönündeki tespiti ile de örtüşmektedir. Yani sistem düşünsel olarak da insanlık sapmasının ulaşabileceği en son aşamaya gelmiş bulunmaktadır. Bütün değerleri anlamsızlaştıran, ortadan kaldıran bir düşünce yapısı kendisinin üzerinde yaşamış olduğu değerlerin hepsiyle karşı karşıya gelmekte ve bütün bu değerler tarafından kuşatılmış olmasından dolayı, aslında bir yerde kendisini kıskaca almış durumdadır. Sistem insanının en temel özelliği olan bireyciliğin narsizm tarzında ifadeye kavuşturulması da önemli bir vurgudur. Yani bir insanın kendisini değerli kılma adına bütün toplumu anlamsızlaştırması, bütün toplumu değersizleştirmesi, hatta onu yutarak, tüketerek kendisini var etmeyi kendisine mubah görmesi, sonuç itibariyle kendisinin de inkârı anlamına gelecektir. Deyim yerindeyse bindiği dalı kesme tarzında bir gerçekliktir yaşanan. Kapitalizm ve yarattığı birey, üzerinde yaşadığı doğal ve toplumsal gerçeği bu kadar tahrip ederek aslında kendisinin de sonunu getirmektedir. Kapitalizmin ilk dönemlerini değerlendiren Önderlik, aşırı toplumsallık içerisinde sıkıştırılmış bireyin, kapitalizmle birlikte bir çıkış yapmaya çalışmasını, bu noktada topluma karşı bir saldırı halinde olmasının kimi anlaşılır nedenleri olabileceğini vurgulamaktadır. Toplumsallık adına birey-insanın yok edilecek düzede iradesizleştirilmesine karşılık birey-insanın bu çıkışı anlaşılabilir ve kabul edilebilirdir. Ancak birey-insanın kendini yaratma adına giriştiği bu sürecin abartılması ve aşırıya vardırılarak kendisini var eden koşullara yani toplumsallığı hedeflemesi nihayetinde kendisini de reddeden bir durumu yaşamasına yol açacaktır. Birey-Toplum ilişkisinde ki dengesizliğe işaret eden bu durum uygarlık sisteminin yaşadığı kaotik krizinde temel nedeni durumundadır.

Uygarlığın bu genel krizinin gerçeğimizde yansımalarının olmaması mümkün değildi. Kaldı ki konumuzun özünü de, ideolojik kimlik arayışları olarak adlandırdığımız bu yansımalar oluşturmaktadır. İnsanlığın yaşadığı kimlik bunalımının bu genel yansımaları dışında gerek yaşadığımız coğrafyanın sosyal-siyasal gerçeğinden kaynaklı olarak, gerekse Kürt toplumsal gerçeği ve bu gerçek içinde yaşanan devrimsel süreçle irade kazanmış birey gerçeğinden dolayı da birey-toplum dengesinde yaşanan sorunlar gerçeğimizde ayrıca derin sancılara yol açmaktadır. Kimlik bunalımının kimi açıktan isimlendirilmiş ideolojik-felsefi arayışlar biçiminde karşımıza çıkması bir yere kadar anlaşılabilir ve karşısında mücadele edilmesi de bir yere kadar daha kolay olabilmektedir. Zaten ideolojik mücadeleye ilişkin yaptığımız çalışmanın bu ikinci kitabını bu tür yetersiz arayışlara ayırdık. Bu arayışların birçoğu ideolojik-felsefi bir arka plana ve belli bir sosyal -siyasal harekete ya da oluşuma dayanmaktayken, yukarıda da dile getirdiğimiz gibi artık kabul edilebilir hiçbir ideolojik-felsefi örtü kabul etmeyen, belli bir sosyal-siyasal dayanağa da ihtiyaç duymayan ve çoğunlukla bireysel tarzda ve daha çok da pratik yaşam duruşları biçiminde kendini dışa vuran nihilist yaklaşımların gerçeğimizde ki gelişimi de ayrıca incelenmeyi gerekli kılmaktadır.

Nihilizmin kabul edilebilir ideolojik-felsefi ve açıktan dayanılabilecek sosyal-siyasal oluşumlarla kendini ifade etmediğini-edemeyeceğini belirttik. Daha çok ve özellikle de ortamımızda ki pratik, bireysel yaşam duruşları biçimde açığa çıkan söz konusu nihilist duruşların elbette ki dayandığı ideolojik-felsefi bir arka plan vardır ve bu, dediğimiz gibi incelenmeyi gerekli kılar. Genel-geçer bir doğru olarak ideolojik-felsefi olmayan hiçbir insan davranışının olmadığı-olmayacağı gerçeğinden hareketle içimizde ki bu nihilist bireysel pratik yaşam duruşlarının da ideolojik-felsefi arka planı açığa çıkarılıp, teşhir ve tedbiri alınacak şekilde derinleştirilmelidir.

Özellikle AHİM savunmasıyla başlayan ve önderliğin derin bir tarih değerlendirmesiyle birlikte çağ değerlendirmesini de kapsayan ve bunun üzerinden geliştirilen stratejik değişim -dönüşüm süreci "Bir Halkı Savunmak" ile birlikte köklü bir paradigmal değişime yol açarak bunun sonucunda ulaşılan bilimsel-felsefi derinlikle bağlantılı olarak ideolojide bir derinleşme yaşadığımız bilinir. Yakalanan ideolojik formasyon uygarlık şahsında yaşanan genel insanlık krizi için de bir çözüm alternatifi oluşturmaktadır. En azından iddia budur, inanç budur. Ancak yakalanan ideolojik formasyonun insanlık açısından pratik bir çözüme, gerçekleşebilir maddi bir güce dönüşmesi elbette ki oldukça kapsamlı ve bir o kadar da ciddi ideolojik, politik, örgütsel vb. çalışmayı gerektirir. Özellikle geçen birkaç yıllık dönemi göz önüne getirdiğimizde Önderlik gerçeğinde ulaştığımız ideolojik çözüm düzeyimiz ile yansımaktan ziyade daha çok bahsettiğimiz uygarlık krizinin ideolojik kimlik arayışları biçiminde ki bunalımlarının yansıdığı bir gerçekliği yaşadık. Yansıyan bu gerçekliğin yaşanan genel insanlık krizi ile bağlantılı objektif boyutları kadar tamamen ideolojik, politik, örgütsel vb. karşı mücadele biçiminde ki yaşayarak bildiğimiz sübjektif saldırıları da söz konusu oldu-oluyor. Bu bir yere kadar anlaşılabilir ve karşısında her türlü devrimci mücadele yürütülebilecek bir gerçekliği ifade eder. Söz konusu sübjektif saldırıların aldığı ideolojik, felsefi, politik, örgütsel biçimleri kimi başlıklar biçiminde bu ikinci kitabımızda ele almaya çalıştık. Aslında tüm bunların özünde gelip ideolojik kimlik krizinden kaynaklı nafile çözüm arayışları olduğunu ve çoğunluklada devrimci mücadele içinde ki bilinç yetersizliğinden, irade zayıflığından ve farklı yaşam arayışlarından kaynaklı kırılmaların sonucu olduğunu belirtebiliriz. Bilinç yetersizliği, irade zayıflığı ve farklı yaşam arayışlarının yukarıda belirttiğimiz ideolojik kimlik krizinin objektif ve sübjektif dayatmalarıyla buluşması sonucunda ortaya çıkan ve gerçeğimizde ideolojik duruş yetersizliği, zaafiyeti ya da dayatması olarak değerlendirdiğimiz tüm bu gerçekliklerin başlangıcında olduğu gibi sonucunda da nihilizm gerçeği vardır. Bu gerçek başlangıçta gizli-örtük ve kimi ideolojik, felsefi, politik ve örgütsel görünümlerle yansısa da sonuçta gelip dayandığı nokta açıktan bir ideolojik kimlik iflasının ilanı, inançsızlığın haykırılması biçiminde ki bireysel nihilist duruşlarda açığa vurur kendisini.

Ortamımızda pratik nihilist duruşların kendisini en çok ifade ettiği ve dışa vurduğu gerçeklik "bana görecilik" ve "kendim olmak istiyorum" biçiminde klişeleşmiş ifadelerdir. Aslında pratik yaşam içinde takip edildiğinde bu iki ifadeyi dillendirenlerin çoğunlukla aynı ya da birbirini tamamlayıcı kişilikler olduğu görülecektir. Çünkü biri nihilizmin pratik yaşam duruşunun doğrudan ifadesiyken, bir diğeri bunun düşünsel ifadesi olmaktadır. Ve her ikisinin de gelip buluştuğu yer toplumsallık karşıtı sistem gerçeğidir. Sistemle en sefilce bir buluşmanın ifadesidir. Devrim gibi, devrimcilik gibi anlam tırmanışında güç getiremeyenlerin(sishipos örneği bu noktada dikkat çekicidir ve bir yerde bu devrim yorgunluklarını sishipos kompleksi biçiminde adlandırmak yanlış olmayacaktır) o tırmanıştan kendilerini attıkları anlamsızlık çukuru olmaktadır bu. Bu gerçeğin sonucunda çoğunlukla ve sıklıkla yaşanan fiziki ya da düşünsel-siyasi intiharların bu atlayışın adı olmanın ötesinde bir anlam ifade etmediği iyi bilinmelidir. Everest tepesinden Mariana çukuruna gerçekleştirilen bir atlayıştır bu.

"Bana görecilik" aslında nihilizmin felsefi arka bahçesinin beslemesinden yani mutlak görecelilikten başka bir şey değildir. Mutlak görecelilikle beslenmiş "bana görecilik" aşırı kuşkuculuk, sübjektivizm ve nihayetinde en kötüsünden bir bilinemezciliktir. F.Fanon'un "söze 'bana göre' ile başlayanlar aslında hiçbir şey bilmeyenlerdir" belirlemesi tam da bu noktada oldukça anlamlı olmaktadır. Ancak ilginçtir ki söze "bana göre "ile başlayanların en belirgin özellikleri de yanılgılı bir 'her şeyi bilen' havasıdır. 'Her şeyi bilen' noktasında ki yanılgılı ama kendine yönelik bu aşırı güvenli duruş aslında hiçbir şeyi bilmemenin yarattığı gerçekten kopukluğun derin bir öz güven sorununun tersten yansımasından başka bir şey değildir. Gerçek'ten bu kopukluk bilginin diyalektiğine ilişkin sapılan bilinemezciliğin bir sonucudur. Bilgi ile doğruluk olanağını yadsıyan bu yaklaşım gerçeği soyut bir sonsuzluk ve mutlaklık içinde aradığından içine düştüğü kör(sonsuz) bir kuyu olmaktadır. Oysa diyalektik gerçek, sonlu doğruların sonsuzluğu biçiminde ki bir görecelilikle diyalektik bir görecelilik özelliğine sahiptir. Bundan dolayıdır ki mutlak görecelilikle beslenmiş aşırı kuşkuculuk, sübjektivizm ve en nihayetinde bilinmezcilikle "bana görecilik" anlayış sahibinin içine düştüğü durum, gerçek'ten köklü bir kopuşla yaşama karşı ilkin aşırı sorgulayıcılık, sonrasında ise tersinden tam bir kayıtsızlık durumudur. Neredeyse bastığı zeminden bile kuşku duyar hale gelen bu negatif sorgulayıcılık, hedef tahtasına oturtulmamış hiçbir şey bırakmaz. Gerçeğin diyalektiğinden bu köklü kopuş en sonunda kişinin kendisini varlık düzeyinde sorguladığı bir anlamsızlık çukuruna dönüşerek nihilizm dediğimiz değersizlik bataklığında son bulur.

"Bana görecilik" in bu diyalektik gelişimi, nihilizme yönelik yukarıda yaptığımız "var olmanın dipsiz, hiçbir umut ışığının görünmediği karanlık bir çukura düşmüş olmaktan farksız olduğu, bu çukurdan şöyle ya da böyle bir çıkış bulmanın olanaklı olmadığı" yönünde ki savıyla ne kadar da örtüştüğünü görmek şaşırtıcı olmasa gerek.

Mutlak göreceliliğin yönelttiği her şey'i sorgulama, değersizlik çukurunda ya fiziki bir intihar ya da post-modernizmin kayıtsız, sorgulamayan, umarsız insan tipinde dibe vurmuş bir anlamsızlıkla tamamen insani özünden, özelliklerinden uzak, güdüleriyle yaşayan düşünsel intiharla aslında insanlığından istifa etmiş bir sondur.

Düşünsel alanda ortaya çıkan bu nihilizmin gelip pratik yaşamda vardığı nokta,'kendim olmak istiyorum 'gibisinden oldukça muğlâk bir duruş ve söylemle, bir başka güzergâhtan, pratik yaşam duruşu olarak ortaya çıkıp düşünsel olarak aynı noktaya vararak kendini gösterir. Özünde ikisi de bir ve aynı şeydir."Bana görecilik" in, gerçeği diyalektik bütünlükten kopuk ele alışı,"kendim olmak istiyorum" anlayışında birey-toplum diyalektiğine, diyalektik bütünlüğüne parçalı yaklaşımla gösterir kendini. Bu parçalı algılayış, bireyi toplumsal gerçeklikten kopuk ele alarak saltık birey gibi oldukça sakat bir sonuca varır ki, sonuç en kötüsünden bir anlamsızlık savrulmasıdır. Zaten uygarlık krizi diye tanımladığımız ve sistemin yarattığı da bundan başka bir şey değildir. Toplum-birey diyalektiğinde toplum aleyhine bir kopuş, bu anlamıyla savunmasız bırakılmış birey ve bu savunmasızlık içinde her türlü saldırıya açık olma durumudur yaşanan. Ayrı bir çalışma konusu olan toplum-birey ilişkisine girmeyeceğimizden bilinen genel-geçer bir bilgi olarak, nötr birey diye bir şeyin olmayacağını belirterek, birey insanın ancak ve ancak toplumsal gerçeklik içinde olabileceğini belirtmekle yetineceğiz. Oysa "kendim olmak istiyorum" söylemi toplum-birey diyalektiğinde toplum aleyhine ve felsefi açıdan derinleştirildiğinde sonuçta birey-insanın da aleyhine olan bir söylem olarak ortak değerler çerçevesinde(toplumsal ahlak ya da ideoloji) oluşan insani kimliği tamamen reddeden bir savrulmanın ifadesi olarak çıkar karşımıza. Sonuç; zaten sistemin yaratmak istediğinden de anlaşılacağı gibi kaotik bir krizdir. Uygarlığın sistem şahsında yaşadığının birey insan düzeyinde yaşanmasıdır.

Toplum-birey ilişkisi noktasında yaşanan ve ortamımızda da daha çok "kendim olmak istiyorum" biçiminde dile gelen bu anlayışın biraz daha özelleşmiş hali, birey-örgüt ilişkisi noktasında yaşanan sorunlar biçiminde kendisini dışa vurur. Sistemin toplumsal kimliğinden kopararak savunmasız bıraktığı ve böylelikle her türlü saldırının oldukça kolay bir hedefi haline getirerek savunmasız bıraktığı bireyi, gerçeğimizde de örgütten, örgüt anlayışından kopartılarak her türlü saldırının açık hedefi haline getirilmeye çalışılmaktadır. Böylesi bireyler ya da bu tip bireylerden oluşmuş toplumların her türlü sömürünün, baskının ve keyfi uygulamanın mağduru olduğu halk gerçeğimizin pekiştirerek bizlere öğrettiği bir gerçek olmaktadır.

Daha fazla uzatmadan sonuç itibariyle söylenebilecek olan şudur ki gerek "bana görecilik",gerekse de "kendim olmak istiyorum" anlayışlarının arkasında ki nihilizmde, devrimci üretimden kopmuş, aşırı tekrar içinde her şeyi olduğu gibi(maddi-manevi tüm değerleri)sonuçta kendisini de tüketen birey gerçeği gizlidir. Her şeyi tüketen bu gerçek derin bir anlam yitimi ile sonuçta fiziki ya da düşünsel intiharla son bulmaktadır. Sistemin genel insanlığa dayattığı böylesi açık ve gizli bir anlamsızlık dayatması zaten var ve insanlık bunun kavgasını vermeye çalışmaktadır. Çünkü insan, derin bir anlam arayışıdır. Bu onun var oluş diyalektiğinde, toplumsal genlerinde kodlanmış bir gerçektir. Kendisine anlamsızlığın, hiçlik duygusunun ve düşüncesinin dayatılmaya çalışıldığı en zor koşullarda ölümü bile bir anlam arayışına ve çabasına dönüştüren insanda ki bu öz, Hitler faşizminin toplama kamplarında olduğu gibi,12 Eylül faşizmine karşı zindanlarda eşsiz direnişler sergileyen ve birçok çatışmada son kurşunlarını ya da bombalarını kendinde patlatan yoldaşlarımızın gerçeğinde de görmek mümkün. Özellikle Hitler faşizminin daraltılmış bir ortamda(laboratuar olarak toplama kampları) birey insana yöneltilmiş ve esasta birey-insanda anlamsızlık, hiçlik duygusu ve düşüncesi yaratmaya yönelik sistematik işkence ve terör dayatması anlamına gelen Holacaust uygulaması karşısında ölümün bir anlam yaratımı olarak seçilmesi sahip çıkılması gereken insani özün güzel bir örneğini teşkil eder. Bu güzel örnekler karşısında devrimci ortam gibi insanın kendisini en üst düzeyde üretebileceği, anlam tırmanışına geçebileceği bir ortam da böylesi bir hiçlik duygusuna ve düşüncesine kapılmanın kendisi büyük bir anlamsızlık ve sebebi de tamamıyla bilinç yetersizliği, irade zayıflığı ve farklı-yanılgılı yaşam arayışları dışında bir şey değildir.



A.Ö Sosyal Bilimler Akademisi
 

Dizi Yazılar: NİHİLİZM GERÇEĞİ VE SONUÇLARI (1)
Denge-Firat tarih 27.03.2008 um 17:46 (UTC)
 NİHİLİZM GERÇEĞİ

VE

SONUÇLARI

İdeoloji kavramı ve ideolojik mücadele ile ilgili yürüttüğümüz çalışmalardan ulaştığımız en temel sonuçlardan birisi de, sistem karşısında sağlıklı bir ideolojik mücadele yürütmemenin, ideolojik mücadeleyi doğru felsefi temeller üzerine oturtmamanın sonunda insanın kendi kendini inkâr etme noktasına kadar götürebileceği gerçeğiydi. Bunu sadece bilinen klasik anlamdaki ideolojik sapmalar, farklı ideolojik etkilenmeler sonucunda kişilerin örgütsel mücadeleden kopuşları, sistemle bütünleşmeleri ya da bunalım ve boşluğu yaşamaları biçiminde ele almamız gerektiği gerçeği, en çarpıcı sonuçlardan birisiydi. Sistem karşısında sağlıklı bir ideolojik duruş sahibi olmamanın, doğayı, toplumu, insanı bütünlüklü kavramamanın, insanın sadece mevcut sistemle siyasal anlamda ya da fiziki anlamda bütünleşmesi değil, özünde insanın kendi kendini inkârı noktasına götürdüğü gerçeği, yaşanan pratik savrulmalar içerisinde çokça karşılaştığımız bir gerçekti.

Hareket olarak yaşadığımız yeniden yapılanma sürecinde yaşanan kırılmaların ya fiziksel ya da düşünsel intiharla sonuçlanması ilk başta irade kırılmaları, devrimcilikte güç getirememe, kendini yeniden yaratamama biçiminde yorumlandı. Bu bir yönüyle doğruydu. Ancak kırılmaların bu kadar kendi karşıtına dönüşen bir gerçekliğe dönüşmesi, hele hele yaşamın en çok üretildiği ortam olan devrimci ortamda kimi zaman fiziksel intihara kadar götüren boyutlara ulaşması yeniden bir sorgulamayı gerektiriyordu. Dolayısıyla yaşadığımız bütün sorunların kaynağında ideolojiyi doğru kavrama, ideolojik mücadeleyi doğru yürütme, kendini ideolojik, felsefi ve zihinsel olarak yeniden yaratmanın yaşamsal önemini çok net bir biçimde görüp ortaya koymamız gerekiyordu. Bu yönlü yürütülen tartışmalar oldukça kapsamlı ve çok boyutlu bir biçimde gelişti. Hareket içerisinde son yedi yıldır Önderliğin geliştirmiş olduğu yeni paradigma çerçevesinde, gerçekten ufuk açıcı ve birçok sorunu derinden anlamaya götürecek tartışmalar yürüttük. Bu tartışmalar salt düşünsel düzeyde yürütülen bir kendini yeniden yapılandırma çabasının da ötesinde, bütün bir yaşamı yeniden yorumlama, yaşamı yeniden algılayıp üretebilme gücünü yaratabilecek tartışmalardı. Bu tartışmalar içerisinde ortaya çıkan savrulmalar, kırılmalar ve karşıtına dönüşmeler kadar, çok güçlü yaşam duruşlarının, çok güçlü yaşamı üretme ve anlamlandırma duruşlarını da beraberine getirdi. Bu yönüyle terside doğru olmak üzere ideolojik mücadeleyi Önderliğe doğru katılma, Önderliği doğru anlama ve özümseme noktasına getirebilmek, sistemin ideolojik olarak bütünlüklü çözümlemesini ve aşılmasını gerektiriyordu. Sistem karşısında yürütülen ideolojik mücadele, sistemin bilme ufkunu aşan, bu anlamda sistemi çözümleyen ve onun karşısında yeni bir düşünsel yapılanmayı yaratabilen bir tarzda olduğu takdirde sonuç alıcı olabilirdi. Sistemi çözümlemek ise, daha önceki ideolojik mücadelelerde içine girilen yetersizliklerin, handikapların ve tuzakların iyi görülüp aşılması anlamına geliyordu. Çünkü sistemin sonuç itibariyle geldiği aşamada, toplumsallığı parçalayan, çözen ve giderek yok oluşla karşı karşıya getiren yaklaşımı çok köklü derin felsefi düşünsel nedenleri olan bir gerçeklikti. Önderliğin adlandırdığı şekliyle bu sistem, aslında insanlık açısından bir yoldan çıkma, bir sapma olarak, gelinen aşamada artık hem tür olarak insanın kendi kendini bitişle karşı karşıya getirdiği, toplumsallığı yok ederek varlığına son verecek bir noktaya getirdiği, hem de kendisiyle birlikte doğayı tehdit eden bir konuma geldiği gerçeğini ifade eder.

Bu açıdan sistem karşısında yürütülecek mücadele insanlık açısından varlık- yokluk sorunu noktasına gelmiş ve aşılamadığı takdirde insanlığın içinde bulunduğu doğa ile birlikte çok yoğun tahribatlara götürebilecek bir aşamaya ulaşmış bulunmaktadır. Bu mücadele, sistem karşısında toplumun kendini var etme, kendini sürdürme refleksi ve duruşu olan demokratik- komünal duruş ile bunun karşısında toplumsallığı dağıtan, toplumsallığı parçalayan, dağıttığı ve parçaladığı toplumsallık üzerinden kendini salt birey olarak var etmek isteyen anlayışın, yaklaşımın çatışmasında ulaşılan düzeyi gösteriyor. Toplumsallık insanlığın var oluş gerçeği ise, tek var oluş biçimi ise, toplumsallık karşıtı bütün duruşlar, yaklaşımlar özünde insanın kendi kendini inkârı anlamına gelir. Bu inkâr sadece sistemsel olarak, özellikle siyasal sistem olarak toplumsallığın yeniden örgütlendirilmesi sorununun da ötesine geçen bir anlama sahiptir. Yine yürütülen ideolojik mücadelenin, insanın kendi var oluşunu doğru anlayıp bu var oluşla uyumlu bir yaşam ve sistem yaratabilmesi amacını ve hedefini gütmediği takdirde sonuçları itibariyle kendi kendisini inkâra ve giderek imhaya götürecek düzeyde bir mücadeledir. İnsanın doğa, evren içerisindeki varlığını doğru tanımlamak bu açıdan büyük öneme sahiptir. Önderliğin bu konuda yapmış olduğu tanımlamalar, aslında insanın var oluşunun özünü en çarpıcı bir biçimde ortaya koyan tanımlamalardır. Önderlik, insanı doğanın ve evrenin anlam gücü olarak ya da doğanın kendini anlama gücü olarak dile getirir. Doğanın kendini anlama gücü olan insanın, kendi var oluş tarzını toplumsallık biçiminde ifade etmesi ise sistem karşısında yürütülen mücadelenin şifresi olarak tanımlanır. Önderlik toplumsallığı doğru tanımlamanın insanın kendisini doğru tanımlaması ile birebir bağlantılı olduğunu ortaya koyar. Dolayısıyla yürütülen ideolojik mücadele toplumsallığı doğru anlama, doğru örgütleme ve bir sisteme kavuşturma mücadelesidir. İnsanın toplumsal bir varlık olarak kendisini sürdürüp sürdürememesi sadece toplumsallığın hangi tarzda örgütlendirilmesi sorunu değil, insanın varlık- yokluk sorunu olarak ele alınması gerekiyor. Neticede kapitalizmin ulaşmış olduğu düzeyde insanın kendi toplumsallığını nasıl örgütleyeceği, nasıl bir sistem içerisinde var edeceği sorunu, gelip insanın kendisi ve doğayı ya daha güçlü bir biçimde üretebilme ya da onu tamamıyla tahrip edip yok edebilecek bir noktaya gelme aşamasına dayanmıştır. Bunun binlerce yıla dayanan bir kökeni vardır. Bu köken sadece belirttiğimiz gibi sistemsel bir gelişim değil, yani uygarlıksal sapmanın yaratmış olduğu toplum sistemlerinin tek tek ekonomik, sosyal, örgütsel hatta ideolojik çözümlemesinin de ötesinde insanın kendini anlamlandırma biçiminin giderek kendisini inkâr eden, kendisiyle karşı karşıya gelen bir noktaya gelişinin tarihidir. Bugün karşısında mücadele ettiğimiz sistemin ulaşmış olduğu düzey, insanın kendi kendini inkâr ettiği, kendisini doğanın ve toplumun ya da evren gücü olarak kendisini anlamsızlaştırdığı bir aşamaya gelmiştir. İnsan bunun ne kadar farkındadır, ne kadar farkında değildir; ya da bu farkındalık ne kadar kendini aşma çabasında veya giderek kendini derinleştirip bu inkârı bir imha ile sonuçlandıracak bir aşamaya gelmiştir sorusunu doğru cevaplandırmayla ancak doğru bir biçimde sonuca bağlanabilir. Sorunun bu yönü çok derin felsefi, zihinsel çözümlemeleri gerektirmektedir.

Bu noktada sistem karşısında yürütülen mücadelelerin, sistemi aşamadığı takdirde sistemi üreten bir pozisyona gelerek mezhepleşmesi gerçeği de sistemin bu özüyle ilgilidir. Dikkat edilirse, sistem karşısında mücadele yürüten- özellikle 19. ve 20. yüzyıl- düşünce akımlarının sonuçları itibariyle sistemi besleyen ve üreten bir konuma düşmüşlerdir. Gerek anarşizm, gerek reel sosyalizm gerçeği, milliyetçilik ve feminizm olsun, sonuçları itibariyle toplumsallığı inkâr eden, toplumsallık ile karşı karşıya gelen ve bu noktada sistemi daha güçlü üretebilen bir karakterdedir. Sistemin en çok karşısında olan düşünce biçimlerinin, düşünce akımlarının, bu tarzda kendini inkâr eden, sistemi üreten bir pozisyona gelmesi, sistemin felsefi özüyle bağlantılıdır. Günümüzde sistem birçok düşünce biçimi ile ifade edilmekte ve bu düşünce biçimlerinin çözümlenmesi noktasında çok yoğun tartışmalar yürütülmektedir. Sistemin düşünce yapısı çözümlenmeye çalışılırken, ekonomik, siyasal, psikolojik, sosyolojik vs. boyutları ile ele alınmakta, bu anlamda bu çözümlemeler belli bir felsefi bakış açısı içerisinde oturtulmaya çalışılmaktadır. Bu yaklaşımlar bir yere kadar sistemi çözümlemekte, sistemin karakterini ortaya koymakta ama her nasılsa bir biçimde belli bir aşamaya ulaştıktan sonra en çok eleştirdiği, en çok karşısında durduğu sistemi bir noktadan sonra üretmeye başlamaktadır.

Sistemle ilgili yapılan en son değerlendirme, sistemin ulaşmış olduğu post- modern düşünce biçimidir. Post modern düşünce biçiminin neden bu kadar toplumsallık karşıtı olduğu, neden bu kadar toplumsallığı inkâr ettiği ve toplumsallığı sistemsel olarak örgütleme anlamında da toplumsallığı imha edecek bir düzeye sistemi taşırdığını anlamayı beraberinde getirir. Post- modernizmin söylemleri ve kurmuş olduğu siyasal sistemlerin her ne kadar yeni bir toplumsallığı üretme iddiası ve toplumun refah düzeyini yükseltme, toplumu yeniden kurma iddiası olsa da, sonuçları itibariyle günlük olarak toplumu tükettiğini görebiliyoruz. Toplumu tüketme gerçeği, sosyolojik, ekonomik ya da tarihsel olarak çözümlenirken, sanki post- modern düşünce, toplumsallığı yeniden kurmaya çalışıyor, yeniden kurmanın biçim arayışları içerisindeymiş gibi gösteriliyor. Bu arayış içerisinde yapılmış analitik hatalar, birey-toplum ekseninde psiko-sosyal tahribatlara neden oluyor ve bu durumun sorumlusu olarak da mevcut toplumun -sistemle temas ettirilmeden- kültürel değerlerinin yakası tutuluyor.

Aslında sistemi düşünsel olarak üretme iddiasında olan, birçok düşünce insanı da belki geliştirdikleri düşünceleri bu amaçla üretmektedirler ama geliştirilen düşünceler ne olursa olsun, sonuçta insanın kendi kendini ve toplumsallığı inkârı biçiminde bir sonucu doğurmaktadır. Bu yönüyle de ele alındığında, sistemi üreten bütün düşünce biçimleri ve mezheplerinin, sonuçta hem toplumsallığın inkârı, hem de bu düşünceyi üretenin kendi kendisini inkârı ile sonuçlanıyorsa, bu düşünce yapısının bütünlüklü ve yeniden çözümlenmesi gerçeği ile karşı karşıya kalıyoruz.

İnkârcılık Ve Kürt İnkârcılığı

İnkârcılık kavramı da literatürümüzde olan yeni bir kavram değil, son yıllarda içimizde yaşanan birçok gerçekliği bu kavramla ifade ettik. İnkârcılığın içimizde bu kadar etkili olması elbette bir tesadüf değildir. Biz sistemin Kürt gerçeğine, PKK gerçeğine yaklaşımını ele alıp değerlendirirken, temel yaklaşım olarak Kürtler ve PKK üzerinde inkâr ve imha siyasetinin yürütüldüğünden bahsediyoruz. İnkâr ve imha siyaseti ile yaklaşımı sanki PKK'nin siyasal bir organizasyon olarak kabul edilmemesi ya da Kürtlerin ulusal- demokratik taleplerinin kabul edilmemesiymiş gibi ele alınıp değerlendiriliyor. Dolayısıyla çoğu zaman da Kürtlerin taleplerinin asgariye indirilerek ya da mücadele yol ve yöntemlerinin değiştirilerek bir biçimde bu gerçeğin sisteme kabul ettirilebileceği yanılgıları yaşanmaktadır. Bu noktada ne kadar geriye adım atılırsa atılsın, en asgari düzeyde bile sistemle bir türlü buluşamamanın, sürekli sistem karşıtı olmanın anlamı çok derinlikli çözülemiyor. Bu konuda yapılan araştırma ve tartışmalarda, Kürdün mevcut sistem gerçeği ile asla buluşamayacağı biçiminde bir sonuca ulaştık. Çünkü Kürdün, Önderliğin belirttiği karakterdeki varlığı, yani neolitikte çakılıp kalmış demokratik- komünal karakteri onu özü itibariyle sistem karşıtı kılmaktadır. Yine Kürdün bu karakterinin yeniden canlanışı ve dirilişi olan PKK'nin ve onun Önderliğinin sistem karşısındaki duruşunun sistemin özü ile karşıtlık olduğu gerçeği ve sonucunu gördük. Çünkü Kürtlük demek, toplumsallığın başlangıcı demektir. Toplumsallığın başlangıcında toplumsallığı yaratan temel karakter olan demokratik- komünal karakterin en canlı biçimde korunduğu dinamik demektir. Bu dinamiğin binlerce yıllık insanlığın birikimi ile yeniden sentezlenip mevcut uygarlığı aşabilecek bir toplumsal proje ve bir zihniyet yapısı ile ortaya çıkması, sistem için varlık- yokluk sorunudur. Sistemin bu anlamda Kürdü inkarı, özellikle PKK Kürt’ünü inkarı, sistem açısından derin felsefi ve ideolojik bir anlama sahiptir. Sorunu bu noktadan ele aldığımızda sistemin inkâr gerçeğinin onun özü olduğunu gördük.

Bu konuda içimizde yıllardır yürütülen tartışmalar var. İçimizde de kendi kendini inkâr eden, kendi kendisiyle karşı karşıya gelen, sonuçları itibariyle sistemle bütünleşen ya da kendi kendini fiziki olarak imhaya bile götüren yaklaşımların sistemin özünü aşamama ama sistem içerisinde kendini var edebilme gücünü kendinde görememenin yaratmış olduğu kırılmalar olduğuna sürekli dikkat çekildi. Sistem karşısında kendini var edememenin bu düzeyde bir inkârcılığa ulaşması, aslında sistemi üretme gücünü de kendinde görememenin getirmiş olduğu bir hiçlik, bir yok oluş gerçeğiydi. O zaman sistemin özünde insanı bu kadar hiçliğe sürükleyen, insanı bu kadar inkârcılığa sürükleyen gerçek neydi sorusuna cevap vermek gerekiyor. Sistemin mezhepleri açısından da belirttiğimiz bu karakter çok bariz bir biçimde karşımıza çıktı. Örneğin sistem mezheplerinin sonuçları itibariyle sistemi reddetme ya da aşma iddiası ile ortaya çıksalar da, aslında toplumsallığın bazı temel dinamiklerini en köklü bir biçimde inkâr eden yaklaşımlar olduklarını, bu yönüyle de sistemi en köklü bir biçimde üreten düşünce yapıları olduğu gerçeğini gördük. Bu anlamda bunlar da biçimsel olarak sistem karşısında olsalar da, savundukları düşünce yapısı itibariyle sistemin özünü aşamadıklarından kendilerine rağmen, çoğu zaman sistemi üreten bir pozisyona düşmektedirler. Kendi içimizde de bu tür eğilimleri taşıyan kişiliklerin sistemin özüyle değil de, biçimiyle kavga eden, bu kavgada da sistemi aşabilme iradesini gösteremeyince sonunda kendini inkâra giden bir noktaya ulaştığını gördük. Bu noktada inkâr gerçeği nedir, sorusuna cevap arama ihtiyacı duyuldu. Yine bu konuda yürütülen tartışmalarda karşımıza en çok çıkan kavramın inkârcılık olması, inkârcılık kavramının kendisini araştırmayı beraberinde getirdi ve bu araştırmalar içerisinde ortamımızda yaşanan sapmaların kimi felsefi dayanaklarının ipuçlarını gördük. Bu ipuçlarının en başta geleni Nietzsche gerçeği ve ismiydi. Araştırmaların sonlarına doğru gidilirken, Önderliğin bir görüşme notunda Nietzsche ve onun yapmış olduğu bir tespite dikkat çeken değerlendirmesi, araştırmanın bir noktada buraya kaymasını da beraberinde getirdi. Nietzsche'nin 'Tanrı öldü' kavramının ve Nietzsche'nin felsefesinin yeniden sorgulanması gerektiği yaklaşımı, tartışmalarda bir noktanın derinleşmesine de yol açtı. Nietzsche ile ilgili okumalar içimizde yeni okumalar değildir. Geçmişte Nietzsche'nin yoğun okunması, kimi söylemlerinin ortamda yoğunca kullanılması ve bu kullanımları çok fazla abartan kişiliklerin de sonuçları itibariyle kendi kendini inkâra götüren, kendi kendisiyle karşı karşıya gelen bir pozisyona düşmüş olmalarıdır. Dikkat çekici bir gerçek olarak bu tarz okumaları, bu tarz yaklaşım ve değerlendirmeleri bir bütünlük içerisinde ele alıp değerlendirme gereği duyuldu. Dolayısıyla dönüp dolaşıp karşımıza çıkan temel kavram inkârcılık kavramıydı. Kendi kendini inkâr etme kavramıydı.

Kendi kendini inkâr etme kavramının Kürt literatürü içerisinde de özgün bir anlamı vardır. Kürtlerde çokça kullanılan ve İslami geleneğe dayanan bir tabir vardır; 'Aslını inkâr eden haramzadedir'.Bu söz aslında bizim açımızdan basit siyasi bir yaklaşımı değil, çok derin ahlaki bir anlamı da ifade eder. Eğer biz Kürt gerçeğini ideolojik olarak demokratik- komünal ahlak üzerine oturtuyorsak, bu demokratik- komünal ahlakın en büyük günahı sayılan kendi kendini inkâr etme ve inkârcılığın bu kadar büyük günah sayılmasının da çözümlenmesi gerekiyordu. Kürt eğer ahlaki olarak demokratik- komünal toplumun anı ve kalıntılarını en canlı bir biçimde temsil eden bir gerçek ise, Kürdün en büyük günah olarak gördüğü yaklaşımın bu kadar büyük bir öneme sahip olması da incelenmeliydi. Dolayısıyla inkârcılık toplumsallığın başından günümüze kadar insanlığın en çok kavga ettiği, en çok mücadele ettiği bir yaklaşımdır. Bugün Kürde gösterilen inkârcı yaklaşımı da bu boyutta ele alıp değerlendirmek gerekiyordu. Çünkü kendi kendini inkar etme noktasına gelmiş herhangi bir Kürdün sadece sistem içerisinde erimekle kalmadığı, sistemin en kötü bir kopyası, giderek sistemi bir kopya olarak bile üretemeyecek bir noktaya geldiği, hatta bunun giderek kendisinin fiziki olarak yok oluşu ya da intiharı anlamına geldiği gerçeğini de gördük. Son yıllarda bunlar hareket olarak da yaşadığımız acı gerçeklerdi. Bu nedenle sorunu, inkârcılık kavramı üzerinden çözümlemeye çalıştık. İnkârcılık yaklaşımı basit ahlaki bir yaklaşım olmanın da ötesinde, özünde ideolojik- felsefi bir yaklaşımdı. Bu ideolojik- felsefi yaklaşımın sistemin özü olduğu ortaya çıkıyor. Sistemin bir önceki konuda saydığımız mezheplerinin hepsinin bir noktada gelip toplumsallığın temel bir yönünü inkâr eden düşünce yapıları olduğu gerçeği, bunların neden sistemi aşamadığı, sistemle hangi noktada buluştuklarını da gösteren bir gerçekti. Yine sistemin post- modern düşünce yapısı ya da ideolojisi olarak konunun başında tanımlamaya başladığımız post- modernizmin özünün de inkârcılık, hiçlik üzerine oturduğunu gördük. Bu anlamda da kapitalizmin özünde ne anlama geldiğini ilk olarak ortaya koyanın, en azından bu yönünü güçlü bir biçimde ortaya koyanın Friedrich Nietzsche olduğunu gördük. Önderliğin bu konudaki dikkat çekmeleri, bu konudaki yaklaşımları önümüzdeki süreçlerde çok yoğunca tartışılacak gibi görünüyor. Ancak biz burada bu tartışmaların hem zemini olabilecek, hem de içimizdeki sapmaların özü itibariyle nerede sistemle buluştuğunu ortaya koyabilecek kimi değerlendirmelere gitmeye çalışacağız. Bu değerlendirmeler de dediğimiz gibi 'hiççilik', 'inkârcılık', 'yok sayıcılık' gibi kavramlarla ifade edilen nihilizm kavramı üzerinden geliştirmeye çalışacağız.

Dolayısıyla nihilizm nedir, tarihsel olarak gelişim seyri nedir? Bu konuda temel karakteristik özellikleri nelerdir? Yine nihilizmin sistemin bütün düşünce üretimlerine içerilmiş olduğunu da bu değerlendirmelerde ortaya koymaya çalışacağız. Bunu yapmaya çalışırken, tespit ve vurgu yetersizlikleri, yine sistematik açıdan yetersizlikler olabilir. Bu açıdan bu konu çok kapsamlı bir araştırma ve incelemeyi gerektiren uzun vadeli bir tartışma gündemidir. Dolayısıyla yapılacak olan değerlendirme ve tartışmalar, bir yönüyle de önümüzdeki süreçlerde yoğunca tartışılacak olan bir konunun alt başlıkları olarak da ele alınıp değerlendirilebilir. Dolayısıyla nihilizm ile ilgili burada yapacağımız değerlendirmeler bir tartışmanın sonuçlandırılması değil, tam tersine, sistemin özünü anlama açısından, yine Kürtler üzerinde, PKK üzerinde yürütülen çok yönlü mücadelenin ve komplonun inkârcı ve imhacı karakterinin özünü anlama açısından bir başlangıç tartışması olarak değerlendirilebilir. O yüzden de nihilizmle ilgili olabildiğince derli toplu bazı ansiklopedik ve kavramsal bilgileri, bu bölümde tartışmalara materyal olması açısından ortaya koyacağız. Yapacağımız yorumlar bu yönüyle sınırlı yorumlar olacaktır. Çünkü belli dar bir grubun tartışmaları ile netleştirilecek bir konu olmadığı gibi, Önderliğin bu konuda değerlendirmelerinde yeni geliştirmiş olduğu perspektif çerçevesinde bütünlüklü bir bakış açısı oluşturmanın farkında olarak bu değerlendirmeleri yapıyoruz. Bu konuda çok farklı kaynaklardan, materyallerden, farklı değerlendirme ve derlemelerden aktarılabilir ancak en derli toplu değerlendirmeleri, daha önceki konularda da yararlandığımız felsefe sözlüğünden buraya aktarmaya çalışacağız. Çoğu formülasyon ve bilgi düzeyinde olan bilgi aktarımından sonra da konunun gerçeğimizde nasıl yansıdığını bazı örneklendirmelerle ortaya koyup sonuçlandırmaya çalışacağız.



Nihilizme Genel Bakış

. Nihilizm kavramı, Türkçeye 'hiççilik', 'inkârcılık', en çok da 'yoksayıcılık' biçiminde çevrilmektedir. Bu konuda Felsefe Sözlüğü'nde şöyle denilmektedir; "Kökence Latincedeki hiçbir şeyin var olmadığı anlamında hiçlik bildiren nihil sözcüğünden türetilmiş, insan var oluşunu, bilgiyi, değerleri bütünüyle yok sayan, şeyler arasında anlamlı ya da yararlı bir takım ayrımlar yapmanın gereksiz olduğunu düşünen, bütün değerlerin temelsiz olduğunu, hiçbir şeyin ilkece bilinmesinin ya da iletilmesinin olanaklı olmadığını savunan felsefe anlayışı. Latincedeki nihil sözcüğünün eylem hali annihilate ise hiçbir şey ortaya koymamak, yaratılmış olanları ise bütünüyle yıkmak anlamına gelmektedir. Yoksayıcılık terimi çoğu yerde, var oluşu hiçbir durumda evetlemeyen sonuna dek götürülmüş 'kötümserlik' ile 'kuşkuculuk' anlayışlarıyla yan yana konarak ele alınmaktadır. Gerçek bir yok sayıcı bu anlamda hiçbir şeye inanmayan, var olan hiçbir şeye karşı içtenlikle bağlılık duymayan, yıkıp dökmek dışında yaşamda başka bir amaç tanımayan bir kimsedir.

Savundukları temel görüşlere bakarak, en genel anlamda birbirinden değişik dört ayrı yok sayıcılık türü bulunduğu söylenebilir. Bunlardan ilki, düşünce ile var oluşun ya belli yönleriyle ya da bütünüyle olumsuzlanarak yadsınmasını savunan felsefece yoksayıcılık; ikincisi, ahlaksal yargıları temellendirmeye ya da eleştirmeye olanak tanıyacak herhangi türden saltık bir dayanağın bulunmadığı, bütün ahlak ilkelerinin özünde öznel duyguların, seçimlerin ya da tercihlerin anlatımlarından öte bir değerleri olmadığı, iyi ile kötü değerlerinin her durumda ya toplumsal ya da duygusal kökenli oldukları düşüncesi üstüne kurulu, ahlaksal yoksayıcılık; üçüncüsü, bilgi savlarının temellendirilerek olurlanmalarına olduğu denli çürütülerek olumsuzlanmalarına da bütünüyle karşı çıkan, evrensel doğruların bulunmamasından ötürü bütün her şeyi açıklayacak temel bir dayanak aramanın da yersiz olduğunu düşünen bilgi kuramsal yoksayıcılık; dördüncüsü, gelecekteki olası bir iyileşme adına bütün siyasal kurum ve yapıların ekonomik, toplumsal, kültürel bütün destekleriyle yıkılmalarının doğruluğunu sonuna dek savunan, ama çoğu durumda onların yerine neyin konacağını açıklamadan bırakan siyasal yoksayıcılıktır. Bu belli başlı dört yoksayıcılık türü dışında, genelde evren ile doğanın, daha özeldeyse içinde olanlarla birlikte bütün bir dünyanın kavranıp bilinebilir olduğu düşüncesini bütünüyle yadsıyan kozmik yoksayıcılık ile insan yaşamının anlamsız, boş, belli bir amaçtan yoksun olduğunun, dünyanın daha çok ölümü bekleyerek vakit doldurulan bir can sıkıntısı alanı olarak görüldüğü varoluşçu yoksayıcılık öteki iki önemli yoksayıcılık türüdür. Bu ve bunun gibi değişik yoksayıcılık anlayışları Eski Yunan'dan bu yana kimileyin birinin kimileyin ötekinin daha öne çıkması biçiminde hep dolaşımda bulunmuş olsalar da, günümüzde yalnızca felsefe bağlamlarında değil öteki birçok bağlamda da yoksayıcılık denince en çok varoluşçu yoksayıcılığın anlaşıldığı görülmektedir."

Nihilizm sadece güncel yaşamda sistemin özü olan temel bakış açısının yansımaları da değil, binlerce yıldır oluşmuş bir düşünce biçimidir. Bu düşünce biçiminin kısa tarihsel gelişimini de aynı kaynaktan buraya özetleyerek aktarmaya çalışalım. "Felsefe tarihine bakıldığında nihilizmle en çok benzerlik taşıyan ilk felsefe anlayışının kuşkuculuk olduğu görülmektedir. Nitekim Eskiçağ kuşkucuları, şaşmaz bir kesinlik olduğu yönündeki egemen felsefe tasarımını yadsımalarına bağlı olarak geleneksel doğruların temellendirilebilirliklerine bütün bütün karşı çıkarlarken, nihilistlerle aynı yoldan yürümektedirler. Sözgelimi, MÖ. yaklaşık 371 ile 322 yılları arasında yaşadığı sanılan Demosthenes, 'her insan neye inanmak istiyorsa ona inanır' yollu düşüncesiyle bilginin nesnelliğinden söz edilemeyeceğini, var olan bütün bilgilerin insan öznesine bağımlılığını açıklıkla dile getirmektedir. Sonuna dek götürülmüş kuşkuculuğun bu anlamda bilgi ile doğruluk olanağını bütün bütün yadsıyan 'bilgi kuramsal yok sayıcılık' ile örtüştüğü görülebilir. Günümüzde bu yok sayıcılık biçimi kimileyin 'post modern temeldencilik karşıtlığı' ile bir tutularak anlaşılmaktadır. Yoksayıcılık teriminin alabildiğine değişik anlamlı kullanımlarına, 18. yüzyılın sonları ile 19. yüzyılın başları Avrupa'sının felsefe, tanrıbilim, siyaset ve yazın yapıtlarında giderek daha artan bir oranda karşılaşılmaktadır. Söz konusu dönem boyunca, yok sayıcılık terimi kimileyin ne bilgi için, ne de ahlak için sağlam dayanaklar bulunamayacağı, yaşama belli bir anlam ve değer yüklenemeyeceği, var olmanın dipsiz, hiçbir umut ışığının görünmediği karanlık bir çukura düşmüş olmaktan farksız olduğu, bu çukurdan şöyle ya da böyle bir çıkış bulmanın olanaklı olmadığı yollu savları içermesi nedeniyle çoğunluk 'tanrıtanımazlıkla', kimileyin de önceden olduğu gibi kuşkuculukla neredeyse bir tutulmaktadır. Ayrıca bu aynı dönem boyunca yoksayıcılık, özellikle nesnel, özneden bağımsız bir kendinde şeyler alanının bilinebilirliğini bütünüyle yadsıyan, bütün bilginin deneyimlenmiş nesneler üzerinden zihin tarafından kurulmuş yapıntılar olduğunu savunan Kant'ın eleştirel felsefesine şiddetle karşı çıkan idealistlerin gözünde öncelikle savaşılması gereken bir konumdur. Bununla birlikte, var olan siyasal ve toplumsal düzeni yıkarak vakit yitirmeden devrim yapmayı tasarlayan dönemin sosyalistleri ile anarşistlerinin gözünde de devrim düşüncesinin kendisini anlamsız bir çaba olarak görüp gösteren yok sayıcılık anlayışı, tez elden bir an önce çürütülmesi gereken son derece tehlikeli bir felsefe konumudur."

Nihilist felsefenin özellikle büyük toplumsal alt- üst oluş süreçlerinde bu kadar bariz açığa çıkması bir tesadüf değildir. Hele hele nihilizmin kuşkuculuk ile birlikte ele alınması, insanın doğayı ve toplumu algılama biçimlerinin çarpılma ve kırılma anlarının bir düşünce biçimidir. İnsanın en çok nihilizm yaşadığı, kuşkuculuğu yaşadığı dönemler eski toplumsal değer yargılarının artık gücünü yitirdiği, onun yerine yeni değer yargılarının henüz kendisini inşa etmediği süreçlerdir. Bu dönemlerde toplum eskinin egemen değer yargılarına karşı büyük bir kuşku beslemekte, var olan kaosun kendisinde yaratmış olduğu daralmadan bir an önce kurtulmak için yeni sistem arayışları peşine düşmektedir. Bu sistem arayışlarını da kendisinin benimsediği bir tarzda kuramayınca büyük bir karamsarlığa kapılmakta ve yaşam ona anlamsız gelmeye başlamaktadır. Yaşamın anlamsız geldiği bir yerde yeni değerleri üretememe, değersizliği kendisiyle birlikte getirmektedir. Değersiz yaşayan insanın temel özelliği ise yıkıcılıktır. Dolayısıyla eskiye karşı tepkisini, eskinin değer yargılarını çok pervasız bir biçimde bir yıkıcılıkla dışa vururken, geleceğe yönelik tasarımlarını da oturtamadığından dolayı büyük bir karamsarlık ve umutsuzluk içerisinde yaşamaktadır. Bu ise yaşamın hiçbir değere oturtulamaması ve dolayısıyla bir hiçlik olarak algılanması biçiminde ortaya çıkmaktadır. Bu yönüyle de ele alındığında nihilizmin kendisini en çarpıcı bir biçimde ortaya koyduğu süreçler daha çok böylesi toplumsal alt- üst oluş süreçleridir. Yeni ideolojik kimlik arayışlarının geliştiği süreçlerdir. Bu arayışlar çok hızlı bir biçimde yeni bir toplumsal sistem ya da yeni bir düşünce biçiminin oluşumu ile sonuçlanmadığı, onun yerini dolduracak bir düşünce sistematiği oturtulamadığı takdirde sadece düşünsel bir yıkıcılık değil, giderek toplum içerisindeki çelişki ve çatışmaları sürekli tahrik eden, bunları karşı karşıya getirip çatıştıran ve toplumu tahrip eden bir boyuta gelmektedir. Avrupa'da yedi yüz yıllık Rönesans sonrası yaşanan çelişki ve çatışmaların eskinin değer yargılarını aşan, yeni değer yargıların oluşturmaya çalışan çabası feodalizmin aşılmasının hemen ardından büyük toplumsal çelişki ve çatışmaları beraberinde getirmiştir. Dolayısıyla büyük toplumsal hareketlere yol açmıştır. Bu toplumsal hareketler ilk süreçlerde yeniyi kurma gücünü gösterememişler ancak eskiyi çok güçlü bir biçimde tahrip etmişlerdir. Daha sonraki süreçlerde kurulan sistemin, kapitalist tarzdaki sistemin kendi değer yargılarını topluma kabul ettirememesi bu anlamda toplumla içine girmiş olduğu çelişik durum, toplumda çok derin bunalımlara neden olmakta ve çatışmaları beraberinde getirmektedir. Bu süreçte ortaya çıkan düşünce yapılarının en temel özelliğinin eskinin hiçbir değer yargısını tanımayan, onları yıkmayı en büyük devrimcilik sayan, onun yerine yeni ütopyalar geliştirmeyi, yeni gelecek tasarımları kurmayı kutsayan ama bunu da hayata geçiremeyince büyük kırılmalar yaşayan, ideolojik ve siyasal hareketler dönemidir. Özellikle 19.yy ilk çeyreğinden sonra ki Avrupa'nın durumu tam anlamıyla budur. Nihilizm çoğunlukla doğrudan bir felsefe olarak her şeyin reddi- inkârı, büyük bir karamsarlık olarak kendisini dışa vurmamaktadır. Çoğunlukla toplumsal hareketlere içerilmiş ya da farklı düşünce biçimlerine, ideolojilere, felsefelere içerilmiş bir biçimde topluma sunulmakta ya da kendini formüle etmektedir. Söz konusu süreçlerde toplumsallığı mevcut tarzda inkâr eden, reddeden hareketler ya da düşünce biçimleri, sonuçta toplumsallığı ve toplumsallığın temel değer yargılarını parçalama üzerinden kendini var eden kapitalist sistemi oldukça güçlü bir şekilde üretmişlerdir. Kapitalizmin özü toplumun temel değer yargıları olan ahlaki değer yargılarını -ki bunlar da toplumun özgürlük eğiliminin ifadesidirler- parçalayarak kendisini var etmedir. Öyle ki geliştirdiği paradigmal hâkimiyetle çoğunlukla bunu karşıtlıkları üzerinden de geliştirebilme gücünü de göstermiştir. Nihayetinde sistemin karakteristik olarak nihilizmi ürettiği kesin bir tespit olarak belirtilebilir

Eskinin değer yargılarının toplumu çok güçlü bir tarzda sardığı topluluklarda ise bu çelişki ve çatışma bütün toplumu kapsayabilecek bir güce ulaşmadığından, yani bütün bir toplumun çözülmediği topraklarda ise farklı bir biçimde, bireysel çıkışlar biçimde yansımasını bulmaktadır. Kuşkuculuk ya da nihilizmin böylesine büyük toplumsal hareketleri yaratamadığı alanlarda bireysel düzeyde ve çıplak olarak nihilizm tarzında ortaya çıkmaktadır. Bunun en belirgin örneklerinden birini teşkil eden Rusya'da nihilist hareket çıplak bir biçiminde ortaya çıkmıştır. Daha sonraki halkçı Narodnik adlandırma bu nihilist yaklaşımın siyasal kimliği haline gelmiştir. Rusya'da bireysel bir tarzda, toplumsal harekete tam dönüştürülemeyen nihilizmin, toplumsal- siyasal bir hareket olarak etkinlik kuramamasına rağmen, özellikle sanat, edebiyat ve felsefe alanında çok güçlü bir etkinlik kurduğu, bu anlamda çok güçlü bir biçimde ifadeye kavuşturulduğu görülmektedir. Günümüze kadar taşınan birçok edebiyat eserinde nihilizm çok güçlü bir biçimde çözümlenmeye, anlaşılmaya ve aşılmaya çalışılmıştır. Ancak nihilizmle ilgili yapılan bu değerlendirme ve çözümlemeler özü itibariyle feodal değer yargılarının aşılmasına dönük birer çaba olduklarından ve feodal değer yargılarını parçaladıklarından dolayı, yıkıcı bir karakterdedirler. Bunlar devrimci bir tarzda yeni bir toplumsallığı üretebilecek bir düzeye gelemediklerinden dolayı da yıkıcılıkları ile sınırlı kalmışlardır. Daha sonra gelişen kimi toplumsal hareketler bu yıkıcılık üzerinden yeni bir toplumu inşa etmenin arayışını beraberinde getirmişlerse de özü itibariyle nihilizmin bireycilik tarzında ya da bireysel bir tarzda geliştiği Rusya'da bu felsefi yaklaşım açık bir kimlik olarak kendisini dışa vurmuştur. Bu dönemde Rusya'da sanat ve edebiyat ile uğraşan ya da devrimle uğraşan birçok kişilik, bu felsefeyi bir biçimde anlamaya, çözümlemeye ve aşmaya çalışmıştır. Günümüzde bile etkileri halen çok güçlü bir biçimde devam eden bu tarz yaklaşımlar, sadece Rusya'da değil, Almanya'da da farklı bir biçimde gelişmiştir. Bu yönüyle ele alındığında Almanya ve Rusya'da nihilizmin bu kadar güçlü gelişmesi, nihilizmin bu kadar kendisini güçlü bir biçimde ifadeye kavuşturması oradaki feodal değer yargılarının katılığı ve oturmuşluğu ile de bağlantılıdır. Dikkat edilirse Rusya'da feodalizm otokrasi tarzında kendisini çok güçlü bir biçimde oturtmuş ve Avrupa'da gelişen kapitalizm, Rusya'da kendi ekonomik ve maddi alt yapısını bulamadığından dolayı, düşünsel bir boyutta yansımasını bulmuştur. Hem Avrupa ile girmiş olduğu ticari ilişkiler, hem de dinsel bağları nedeniyle çok yoğun bir etkileşim içerisinde olan Rusya'nın kendi siyasal sistemi ve ekonomik yapısı Avrupa'dan farklı olmasına rağmen, düşünsel olarak çok yoğun bir etkilenmeyi yaşamıştır. Nihilizm, Almanya'da ise feodalizmin daha çok Junker tarzı dediğimiz üstten dönüşümcü bir tarzda, yani bütünüyle inkâr edilen, bütünüyle devrimci bir tarzda yıkılan değil de, kapitalizmin ihtiyaçlarına göre şekillenen koşullarıyla bağlantılı olarak bireysel bir tarzda ve daha çok da felsefe ve edebiyat alanında ortaya çıkar. Nihilizmin Almanya'da ki gelişimini daha çok Nietzsche şahsında daha sonraki bölümlerde etraflıca açacağımızdan dolayı, burada Rusya'daki gelişim biçimine kısaca bazı değinmelerde bulunmaya devam edeceğiz.

Nihilizmin Rusya'da ki gelişiminin daha çok çıplak ve bireysel düzeyde geliştiğini ve bunun daha çok da edebi eserlere konu olacak tarzda kendisini dışa vurduğunu önceden de belirtmiştik. Bu konuda yararlandığımız kaynak durumunda ki felsefe sözlüğünden bu konuda alıntılarla devam etmeye çalışacağız.

"Çoğunluk kötücül ya da olumsuz yan anlamlarının hep ön planda olduğu bu tür yerleşik kullanımlarına karşı 'yoksayıcılık' teriminin bir yanda iki büyük Rus romancısı Ivan Turgenyev ile Fyodor Dostoyevski'nin yapıtlarının, öbür yanda büyük Alman filozofu Friedrich Nietzsche'nin düşüncelerinin etkisiyle geniş bir kullanım alanı bulduğu görülmektedir. Geleneksel yoksayıcılık anlayışını kötücül anlamlarından kurtarmaya yönelik bu yeni açılım 1870'lerden başlayarak 20. yüzyılın ortalarına gelene dek büyük bir ivme kazanmıştır. Nitekim 19. yüzyılın başlarında Friedrich Jacobi'nin aşkınsal idealizmi olumsuz bir anlamda nitelemek amacıyla kullandığı yoksayıcılık sözcüğü Rus romancısı Ivan Turgenyev'in Babalar ile Oğullar başlıklı yapıtında içi boş, sığ kafalı bilimciliği yerden yere vurmak amacıyla kullanılışından sonra son derece büyük bir yaygınlık kazanmıştır. Turgenyev'in ünlü romanı Babalar ile Oğullar'ın (1862) ana kişilerinden Bazarov yapıtın bir yerinde bir yoksayıcı olarak yoksayıcılığın doğruluğunu kendine şöyle tanıtlamaktadır. 'Yararlı olduğunu açıkça gördüğün doğrultusunda eyleme geç. Şu an için yarar getirecek bir şey varsa o da olumsuzlamaktır. Her şeyi baştan aşağı yadsımak! Bazarov

YOKSAYICILAR,

ÖZGÜRLÜK ÖNÜNDEKİ EN BÜYÜK ENGEL OLARAK GÖRDÜKLERİ TANRI İLE DİNSEL YETKENİN VARLIĞINI

HİÇBİR BİÇİMDE TANIMAYARAK, SONUNA DEK GÖTÜRÜLMÜŞ BİR MADDECİLİK ADINA

İNSANIN TİNSEL BİR ÖZÜ OLDUĞU DÜŞÜNCESİNİ BÜTÜNÜYLE YADSIMIŞLARDIR.

kişiliğinde Turgenyev'in dillendirdiği yoksayıcılık anlayışı dönemin Rusyası'nda çok geçmeden başta devrimci gruplar olmak üzer çok geniş bir yandaş kitlesi toplarken, buna karşı var olan dinsel ve siyasal kurumların savunucularınca çok ağır bir dille kıyasıya suçlanıp eleştirilmiştir. Yoksayıcılık, 'Ekim Devrimi'nin Mayalanma Süreci' diye anılan 1860 ile 1917 yılları arası Rusya'sında büyük ölçüde devletin, kilisenin, ailenin yetkesini yadsıma amacıyla ortaya çıkmış, ama tam anlamıyla olgunlaşmamış gelişim halindeki devrimci hareketle birlikte anılır olmuştur. Dönemin anarşist önderi Mihail Bakunin daha ilk yazılarında, o ünlü yakarışa varan dileğini yoksayıcılık ile özdeşleştirerek dile getirmektedir: 'gelin kendimizi sırf yıkıp yok ettiği için bütün yaşamın bengisel anlamda tek yaratıcı kaynağı olan bengisel tinin güvenli kollarına bırakalım, çünkü yıkma tutkusu aynı zamanda yaratma tutkusudur.' Sözcülüğünü büyük ölçüde Bakunin'in yaptığı söz konusu devrimci hareket, en yüksek amaç olarak gördüğü bireysel özgürlüğün tek kaynağının usçuluk ile maddeciliğe dayalı toplumsal bir düzenleme olduğunu savunmaktadır. Yoksayıcılar, özgürlük önündeki en büyük engel olarak gördükleri Tanrı ile dinsel yetkenin varlığını hiçbir biçimde tanımayarak, sonuna dek götürülmüş bir maddecilik adına insanın tinsel bir özü olduğu düşüncesini bütünüyle yadsımışlardır. Ne var ki, Rusya'daki bu hareket yıkma, yok etme, anarşi düşüncelerinin felsefi içeriklerinin boşaltılmasıyla giderek başlangıçtaki gerçek özünden uzaklaşarak yozlaşmış, salt terörist bir siyasal grup olarak bir süre daha varlığını sürdürdükten sonra gözden kaybolmuştur. Öte yandan Dostoyevski, uslanmaz denilen türden tam bir yoksayıcılık araştırmacısıdır. Konuyla ilgili öteki önemli yapıtları bir yana özellikle Ecinniler (1871–1872) başlığını taşıyan romanı, aralarından ikisinin kendilerini kendi elleriyle öldüren, öbürününse yakın yoldaşlarının elinde ölen üç yakın arkadaştan kurulu küçük bir yoksayıcı topluluğun yaşayışını olağanüstü bir güzellikte sunmaktadır. Var oluşları boş ve ümitsizdir; Dostoyevski bu durumu Tanrı'ya olan inançlarını bütünüyle yitirmiş olmalarına bağlayarak artık yapmaları gereken tek şeyin hak etmedikler halde kendilerini Tanrı'nın saltık özgürlüğüne bırakmak olduğunu belirtmektedir. Oysaki bu yakın arkadaşların kendi özgürlükleri belli bir dava yolundan, yasadan ya da normdan yoksun olduğu için saçma bir özgürlüktür. Yaşadıkları yoksayıcılık kaçınılmaz olarak yaşamlarını viraneye döndürerek bir hiç uğruna ölüme girmelerinin yolunu hazırlamıştır. Yazın yaşamının çok büyük bir kesimini tanrıtanımazlık nedeniyle yıkılıp giden yaşamlar izleğini işlemeye adayan Dostoyevski'nin yapıtlarının, yoksayıcılık anlayışının yeni düşünsel açılımlar kazanmasında son derece önemli bir yeri vardır."

Hareketin kadroları olarak birçoğumuzun edebiyat okumalarında önemli bir yeri olan Dostoyevski'nin çözümlediği nihilizmin atmosferini anlamak ve bu atmosferin insanın ruh dünyası üzerindeki etkilerini görmek ve yeniden çözümlemek çarpıcı olacaktır. Dolayısıyla ideolojik olarak bir derinleşmeyi yaşarken, geçmişe dönük algılamalarımızı, anlama ve çözümleme biçimlerimizi de yeniden gözden geçirmemiz gerekiyor. Dostoyevski okumalarının ya da algılamalarının bıraktığı en önemli izlek, karamsarlığıdır. Dikkat edilirse Dostoyevski'nin kitaplarında tasvir edilen mekânlar hep karanlık ve nemli, renklerin olmadığı, kişilerin ise neredeyse siluet halinde bir ruh gibi dolaştığı atmosferlerdir. Yine eskinin değer yargılarına karşı büyük bir tepki duyan, o değer yargılarını yıkmayı kendisi için en büyük erdem sayan, ama onun yerine yeni bir sistem kurma gücünü de kendilerinde göremediklerinden dolayı sürekli bunalımlı kişilikler ve ruh halleri çizilmektedir. Belirttiğimiz bu atmosfer ve ruh hali, toplumsal bunalım dönemlerinin tipik yansımalarıdır. Bunalımlı ve karamsar kişilik, uygarlığın kendisinde yarattığı değer yargıları ile bütünleşemeyen, ama kendisinin öz değer yargılarını da yaratamayan kişinin ya da kişiliğin ruh hali ya da karakteridir. Bu karakter çizimi neden bu kadar evrensel bir kabul gördü ya da Dostoyevski neden evrensel bir edebiyatçı, herkesin okuyup kendisini bir biçimde içinde bulduğu bir edebiyatçı haline geldiği sorusunun cevabı; toplumsal bunalım dönemlerinin insanda yaratmış olduğu etkilerin evrenselliği ile ilgilidir. Bir insan hangi mekân ve zamanda yaşarsa yaşasın, öz değer yargıları ile bütünlüklü ve uyumlu değilse, toplumsallıktan kopmuşsa, kaçınılmaz olarak yaşayacağı ruh hali yalnızlık, karamsarlık ve kötümserlik olacaktır. Kendisini toplumsallıktan koparmış, toplumsallık içerisinde var etme gücünü gösteremeyen, bu anlamda tek başına kalmış bireyin, evren ve toplum karşısında iyimser bir ruh haline sahip olması beklenemeyeceğine göre, ruh hali de doğal olarak karamsar olacaktır

Dolayısıyla nihilizmin toplumsal bunalım dönemlerinin düşünce biçimlerinden biri olduğu, bu düşünce biçiminin daha çok bu dönemlerin olağanüstülüğü altında ezilmiş ve bu ezilmişliğin negatif boyutunun insanın ruh dünyasında karamsarlık ve kötümserlik olarak yıkıcı bir tarzda dışa vuran gerçeği olduğunu bilmek gerekiyor. Kendi içimizde yaşanan intiharların, yaşanan bunalımların Dostoyevski ya da Turgenyev'in romanlarında işlenen kişiliklerden çok da farklı olmadığını iyi görmemiz gerekiyor. Nitekim içimizde yaşanan intiharların bir biçimde nihilizmin sonuçları olduğunu eğer ortaya koyuyorsak ve nihilizmin sonunda insanı nasıl intihara götürdüğünü anlamak istiyorsak, onun ruh halini anlamak istiyorsak ve bunu çok güçlü bir biçimde çözümlemiş olan ve günümüzde de kabul gören bazı örneklerine bakmak oldukça öğretici olacaktır. Dolayısıyla Dostoyevski'nin Ecinniler'ini okumak, Ecinnilerde toplumsal değişim dönüşüme güç getiremeyen, ama eskinin toplumsal gerçekliğini de kabul etmeyen devrimcinin kırılmasını çok çarpıcı bir biçimde görebiliriz.

Dolayısıyla eski toplumu kabul etmeyen, eski toplumu bir biçimde reddeden ama yeniyi yaratamayan insanın ruh hali olarak tanımlayabiliriz nihilizmi. Bu anlamıyla ele alındığında toplumsal alt-üst oluş sürecinden kaynaklı olarak yaşanan boşlukların kimlik arayışları biçiminde dışa vurması daha öncede belirttiğimiz gibi bu dönemlerin en belirgin özelliği olmaktadır. Ancak kimlik sorunun derinliği ile paralel gelişen arayışların çokluğu beraberinde bu tür arayışların çoğunlukla kimliksizliği derinleştiren birer örtü olmanın ötesine geçmemesini de doğurabilmektedir. Ancak böylesi toplumsal alt-üst oluş süreçlerinde ki kimlik bunalımının hiçbir örtüye ihtiyaç duymadan ya da esas olarak kimlik bunalımının dibe vurmasından dolayı artık kamuflaj edecek örtüyü kaldırmadığı duruşların ifadesi olarak nihilizm, bu özelliği ile tüm bu kimliksizliklerin de ana kaynağını, çıplak gerçeğini ifade eder. Bir yönüyle belirtilen toplumsal süreçlerde gelişen kimlik arayışlarında ilan edilmiş konkordatodur nihilizm. Nihilizmle ilgili bu tarz değerlendirme ve çözümlemeler çok farklı boyutları ile de yapılabilir. Ama belirttiğimiz gibi bunlar birer ön tartışma ve bu konudaki tartışmalarımızı daha da derinleştirmenin ipuçları olarak ele alındığından dolayı bunu kısaca böyle ele alıp değerlendirebiliriz.



A.Ö.Sosyal Bilimler Akademisi
 

KCK: Asker anneleri Büyüktanıt’ın boğazına sarilmali
Denge-Firat tarih 11.03.2008 um 20:28 (UTC)
 

8 MART KADINLAR GÜNÜ NÜN TARIHCESI
Denge-Firat tarih 09.03.2008 um 08:00 (UTC)
 
1857 - Dünya Kadınlar Günü'nün başlangıcı. Bu günün ortaya çıkışı hakkında üç ayrı görüş var:

1. 1857'de New Yorklu dokuma işçisi kadınlar, düşük ücretleri, on iki saatlik iş gününü ve artan iş yükünü protesto etmek için bir gösteri yürüyüşü yaptılar. Polis şiddet kullanarak yürüyüşü dağıttı.

2. Amerikalı kadınlar 8 saatlik işgünü ve kadınların siyasal hakları için mücadele ederken, Şubat 1908'de Manhattanlı iplik işçisi kadınların grev yapması ve polisin yine şiddet kullanması.

3. 1909'da New Yorklu dokuma işçisi kadınların işten çıkarılmaları protesto etmek için fabrikayı işgal etmeleri, çıkan yangında 129 kadının hayatını kaybetmesi.

Başlangıcı hangi olay olursa olsun, bu mücadelenin anısına, II. Enternasyonalin 1910'daki Kongresi'nde Clara Zetkin'in önerisiyle, Uluslararası Emekçi Kadınlar Günü olarak ilan edildi. 1910'dan başlayarak 8 Mart tüm dünyada kadınlar için özel bir anlam taşıdı. Kadınların başkaldırısını simgeledi, birlikte bir güç olmanın, dayanışmanın anlamını bugünlere taşıdı.1960'lı yıllara dek sosyalistlerin kutladığı bir gün olan, 1960'lı yıllarda yükselen feminizmin etkisiyle tüm kadınların, sadece emekçi olarak değil, hayatın tüm alanlarında, yaşanan ortak ezilmişliği ve mücadeleyi simgeleyen bir gün olarak kutlanıyor.

Birleşmiş Milletler de 1975'te bugünü "Dünya Kadınlar Günü" olarak ilan etti.
 

PKK’NİN DİYALEKTİĞİ SÜREKLİ VE BAŞARTAN MÜCADELEDİR-I-
Denge-Firat tarih 08.03.2008 um 15:37 (UTC)
 8 Mart’ın Dünya Emekçi Kadınlar Günü olması, yine 12 Mart darbesinin öngünü olması nedeniyle bugünler, bizim mücadele tarihimizde anlamı olan günlerdendir. Mart ayı her yılki savaş pratiğimizde düşmanın en çok yüklendiği ve bizi şaşırtarak, yanıltarak bahar hamlemizin önüne geçmek istediği günlerdir. Newroz’un yaşandığı günlerdir, baharın kendisidir ve en önemlisi de bu 1995 yılı, umutları büyük olan, planı büyük olan, hazırlığı büyük olan, bizim için büyük bir ulusal kurtuluş yılıdır, baharıdır. Onun çok büyük çalışmasını geçen kış boyunca burada yürüttük. Bu çalışmalarımız umudun çalışmaları, özgür yaşamdan vazgeçmemenin çalışmalarıdır. Özellikle geçen yıl, düşmanın “bitiriyoruz, son isyanı da bitirdik, bitireceğiz” dayatmasını yaptığı ve bunun için belki de tarihinin en güçlü baskı, şiddet, topyekün savaş yöntemlerini devreye koyarak bizi, gerçekten yenilgiye götürmek istediği bir yıldı. Ve düşmanın halen de iddiası odur.

Dikkat edilirse, bütün bunlar bizim etrafımızda cereyan ediyor. Bir yandan müthiş özgürlük umutları, özgürlük tutkuları, özgürlük çabaları, savaşı; diğer yandan müthiş bastırma, boşa çıkarma ve yenilgiye uğratma çabaları. Her an aklımıza gelen şudur: Bizler ne tarihten, ne de güncellikten anlamıyoruz. Militan, özellikle savaşçı bunun bilinciyle, dolayısıyla sorumluluğuyla yeterince hareket etmiyor. Ve bu, kendini tamamen sorumlu görmemek, bilinçsiz ve kölelikte bırakmaktır. Bunun etkilerinin çok güçlü olduğunu, dolayısıyla savaş tarzınızın da istediğimiz gibi gelişmemesinin temelinde bunun yattığını ortaya koyduk. Kendimizi bu kış boyunca neden bu kadar çözümledik? Bilinç ve sorumluluk sorunlarını hal etmek için. Şimdi biraz daha hakimiyetle söylüyoruz ki, her şey bir yana, böyle bilinçli, sorumlu olmak bir yana; ya onu ya bunu esas alacağız. Karıştırarak, zayıf bırakarak bu işlere girişilmez. Gerçekten yorgunuz demeyeceğim, ama bu çabalarımızın sonuçlarını layıkıyla alamamanızın bizde yarattığı bir öfke, bir rahatsızlık var. Yoksa çalışmaktan bıkma, yorulma düşünülemez. Ama buna bir türlü layık olmayışınız, kendinize bile anlam veremeyişiniz bizi zorlayan asıl etkendir. Benim yaşamı karşılayışım biraz farklıdır, bunu size biraz vermek istedik. Sizin ise kendinize yakıştırdığınız yaşam, bizim ölçülere göre yanılgılar, yanlışlıklarla doludur ve daha fazla düşmana yarıyor. İçinde büyük iddia, büyük umut yok. Aslında çok bencilce, bönce geçiyor. Kendimi en özlü değerlendirdiğimde bütün kıymeti harbiyem, bir yaşam tarzı olarak bu düzeyi yakalamam ve sürekli götürmemdir. Ben en büyük savaşın bu olduğunu görüyorum. Bu elde silahlar -aslında onu düşünmüyor değiliz, yapmıyor da değiliz, nitekim belirleyici olan biziz- fazla ilgimi çekmiyor. Asıl ilgimi çeken, bir kişiliğin kendi duruş şeklini, kendi pozisyonunu yaratmasıdır, yakalayabilmesidir. Sizde bu yok, yani savaşçının kişiliği, savaşçının duruşu, savaşçının-militanın olaylara bakışı, olayları ele alışı, düzenleyişi yok. Nasıl ki, köylü baltayı, küreği alır, gider rastgele kazmayı vurarak iş yaptığını sanırsa, sizinki de biraz öyledir. Silahı almışsınız omuza, nerede, nasıl vuracağını fazla öngörmeden patlatıp duruyorsunuz. Şimdi benim de buna en iyi tarzdır, iyi yapıyorlar demem imkansızdır. Bana göre savaşçılık daha farklı bir şeydir. Ama siz çok köylüce, çok kendinizce bu işlere katılıyorsunuz.
Aslında bunu çok açmaya da çalıştık. Hatta acaba ben anlatamıyor muyum, acaba anlattıklarım yeterince anlaşılır değil mi? Neden bu kadar inat ediyorlar, doğru dürüst bir tartışmaya giremiyorlar dedim. Anlıyorum, eğitime biraz ihtiyaç var, ama burada bunu da olağanüstü bir biçimde verdik. Büyük tartışma gücü sunduk, iddia etmeyin ki, içinizde fazla tartışmaya gelecek adam yok; sözle mücadele yürütecek, onu gözetecek kişilik fazla yok. Bu olmadı mı pratik düzenleyiş de sağlam gelişmez. Biz şimdi bunun sıkıntılarını yaşıyoruz. Burada bunu çözmeye çalıştık. Oturup ağlayacak değiliz, ama fazla cevap vermemeyi de sinemize öyle kolay oturtamayız. Hiçbir arkadaş “benim fazla teorik gücüm yok, ben bu işlerin altından kalkamam” demesin, sorun o değil. Benden daha iyi yapabilirsiniz, sizi yanıltan, esas engelleyen hayat şartları ve alışkanlıklarınızdır. Yine söylüyorum, benim bütün kıymeti harbiyem şu: Ben yaşamda yanılmam, benim yanılmam imkansızdır, ben burada kazanıyorum. Kendimi sizin gibi asla ne yorarım, ne çalıştırırım. Benim politika yapış tarzım vardır, ideolojiyi iyi ele alış tarzım vardır. İnsana bakış ve yönetim tarzım vardır. Benim marifetim budur. Sanırım sizde bu yok. Bu, çok kötü bir durum. Ben bir topluluğun içine gireceğim, bir toprak parçasının, bir kaya parçasının içine gireceğim de sizin gibi hareket edeceğim. Bazı insanlarla ilişkilerim olacak, ama bunlar böyle çözümsüz, bilmem karışık, ne idüğü belirsiz kalacaklar! Bu düşünülemez. Ama düşünün kendiniz nereye gidiyorsanız, hangi ilişkileri devralıyorsanız, ikinci gün hastalık çıkıyor, çözümsüzlük gelişiyor. Bunu aşmak zorundayız. Çok marifetli olduğumu da söylemiyorum, ama bu işleri yürütecek kadar da yeterliyim diyorum. Bizde, özellikle ideolojik, siyasal gerçeğimizin çok dışında kendi yetersizliğinde hareket edenler kendilerini fazlasıyla ağırlık yaptılar. Bazıları bunu halen çok kötü dayatıyor. Sizi bundan alıkoymak için çok değişik yöntemlere mi baş vuralım? Hayır, yine en iyi yöntem iknadır, sözle anlaşmadır. Diğer yöntemler daha çok feodal ve burjuvaziye aittir. Feodal düzenin yöntemleri vardır. Siz sıkça ona baş vuruyorsunuz, ama ben de ona baş vursam bu örgüt biter.

Örgüt içinde alışkanlıklarınızla yaşamak size kolay geliyor, ama bu tamamen bitiricidir. Her şeyden önce bu gelişmeye inanmalısınız. Kesin akıllıca gelişmeye ihtiyacınızın olduğuna emin olmalısınız. Sizde çok erken iktidar olma hastalıkları vardır. Benim bile cesaret edemeyeceğim kendini iktidar sanma, sizde çok gelişmiştir. Yetersiz bilinç, olmayan pratik bunun karikatürünü ortaya çıkarıyor. Ve bu da hemen hepinizi başarısız kılmıştır. Ne iktidar olmayı biliyorlar, ne iktidara varmayı biliyorlar, ama yanılgısını da çok kötü yaşıyorlar. Kendi kendilerinin bile inanamayacağı durumlarla karşı karşıya geliyorlar. Daha çok da kaçıyorlar, “biz adam olamayız, biz iktidar olamayız” diyorlar. Bu tip kaçış da kesin iflah etmez. Bunu aşmak gerekir.

 

PKK’NİN DİYALEKTİĞİ SÜREKLİ VE BAŞARTAN MÜCADELEDİR-II-
Denge-Firat tarih 08.03.2008 um 15:37 (UTC)
 

Sizin yaşamınız, aslında devrimi genel anlamıyla da kavrayamamış. Hele pratik yaklaşımları da çok tehlikeli. Ama yine de içine girmişsiniz, hem de ölümüne. Biz bunu düzeltmek istiyoruz. Hevesleriniz iyi, göze aldığınız fedakarlıklar, cesaretler iyidir. Bayağı da sevinçli ve coşkulusunuz. Ama her zaman söylediğim gibi, onun tarzı, temposu, onun nasılı, onun ifadesi, onun bütünüyle başarıya götürebilecek olan biçimi konusunda deli gibisiniz, hatta yoksunuz. Bu kargaşanın böyle gelişmesine, gücümüzün doğru kullanılmamasına ben mi yol açıyorum? Hayır, benim her şeyim ortadadır. Bunu bozan kimdir? Ben her zaman şunu arzuladım: Biraz seviye kazanmış, ciddi askeri, siyasi sorunları tartışmaya götürüp sonuç çıkabilecek bir topluluk yaratma. İşte ilk çocuk topluluklarını oluştururken de aslında çabam oydu. Çocuklarla hareket düzenlemek, hücum düzenlemek, avcılık yapmak, bitki toplayıcılığı yapmak... Benim için onlar da savaştı. Yılan avlamak, kartal avlamak... o zamanki savaşımım oydu. Ve bayağı da örgütlüydüm. Sizinkilerle karşılaştırdığımda, çok arzulu ve tüm pratik hünerini göstererek bu toplulukları idare etmeye çalışıyordum. Geliştire geliştire buraya geldik. Ama bana yine de o çocukluk dönemini hatırlatıyorsunuz. Benim düzenlemek istediğim savaşa sizin katılımınız biraz çocuklara benziyor. Herhalde bende kusur bulamazsınız, “bizi neden kattı” diyemezsiniz. Katmak, benim görevimdir. Ben buyum, insanları bir yerlere çağırıyorum. Adına devrim, özgürlük deyin, adına ne derseniz deyin. Kandırılarak gelmediniz. Öyle küçük teşvikler, küçük çıkarlar sunularak da gelmediniz. Belki bugün bile izah etmekte zorlandığınız, adını hep onur, şeref, yücelik, özgürlük, kurtuluş, vatanseverlik, tümüyle devrim diye tabir ettiğim bir kavram altında geldik. Çokları da gelmiştir. Dediğim gibi hiç birisi bizim gibi bu kavramların peşine düşmedi, gereklerini yerine getirmek için kendini patlatmadı. Bunlar önemlidir ve biraz saygılı olmanız gerekiyor.
Düşünün, hiç kabul edilmeyecek bir yönetim, hiç kabul edilmeyecek bir yaşamdır. Üzerimizde tehditler var. Alçaklar, şerefsizler, düşkünler, soytarılar, lanetliler bizim yaşamamız gereken yerlerde ve hepsi de gözlerimizin önünde cirit atıyorlar. Hiçbir şey yapamıyorsunuz. Bir programda bir TRT ekibi bayram dolayısıyla Urfa’ya gelmiş ”biz sonuna kadar Türk olarak şöyle şeyiz, insancılız, bilmem şefkatliyiz, ama” diyor, “bize karşı direneni de böyle yerle bir ederiz.” Tabii ki bizi kast ediyor. Bu bir anlayış, bir yayılma ideolojisi, şoven, faşist ideolojidir. Bizim insanımıza bakıyorsun, hepsi aval aval dinliyor, hatta alkışlıyor. Bu insan namussuzun en büyüğüdür, bu insana ne yapacaksın. Ben her zaman bunlara şunu diyorum: Sokakta rastlasam -eski zamanda kılıçlarla olurdu- hepsini tarardım. Tararım derken, kaba anlamda biçerim demiyorum, ama iki sözle hizaya getiririm. Getirmezsem zaten yaşatmam. Önderlik tarzım budur. Bu insanların ortasındasınız, rahatlıkla onlarla uzlaşıp gidiyorsunuz. Benim için bu imkansızdır. Ne anlayışta, ne pratikte kolay kolay uzlaşmam. Zaten ben kendimi şimdi öyle örgütlemişim ki, nereye gitsem safları ikiye yararım; bir kısmı ölümüne bağlanır, bir kısmı hedeftir. Yani nereye gitsem savaş vardır. Kişiliğim budur. Dikkat edin, komutanın kişiliği de ayrıdır, böyle olmak zorunda. Gerçek bir komutan gittiği her yerde safları ikiye böler; bir bu tarafa, bir o tarafa. Cepheleri ikiye böler; bir şu cephe, bir bu cephe. Yaşamı ikiye böler; bir şöyle yaşam, bir böyle yaşam. Her şeyi ikiye böler. Bir savaşa göre; özel savaşa göre, bir de devrimci savaşa göre. Ben kendim öyleyim. Dikkat edin, beni görüp de hemen saflara dökülmeyenin kalmayacağı gibi, tepkisi olan da düşmanlık edemezlik yapamaz. Neden böyleyim? Örgütleyiş, politik gücüm bunu sağlamıştır. Siz saflarımız içinde bile hangi cephede olduğunuzu kestiremiyorsunuz. İrade felç olmuş, bakış çok muğlak. Ondan sonra da “biz savaşçıyız, komutanız” diyorsunuz. Bu kavramlar biraz doğru anlaşılmalı. Her şeyden önce kendinizle bu temelde uğraşmayı, kendinizi belli bir aşamaya getirmeyi bilmelisiniz.

Şunu demeye getiriyoruz: Bu savaşı hem yürüteceğiz, hem de geliştireceğiz, ama bunu kişiler geliştirir. Sizler biraz geliştireceksiniz. Şimdi ben, sizi yine idare edeyim, savaşımınızı da geliştireyim, ama her şeyin benimle olmayacağını da iyi anlamalısınız. Bunu da söylesem, siz “ne kadar da anlıyoruz” diyeceksiniz. Ama ben de diyorum ki, kimse bizi pek anlamamıştır. Beni anlayan dört adamım olsaydı, her şey değişik yürürdü. Örneğin, V. Kongremizde Başkanlık Kurumu ve altı tane de yardımcı oluşturuldu. Bizim yardımcı arkadaşlara saygı duyuyorum. Ama onlara ben yardımcı oluyorum, onların bana fazla yardımcı olacak güçleri yok, yardımcı olabilmek kolay bir sorun değildir. Şimdiye kadar sürüklediğim gibi, bundan sonra da sürükleyeceğim. Yardımcı olabilmek bile büyük yetenek ister. On defa tekrarlıyorum, yardımcım halen anlayamıyor. Yani onları da yürütemiyorsa bu bir zavallıdır. Neden öyledir? Bunu kendine sormalıdır. Benimle yürümeye, yaşamaya alışmış. Aile yaşamı gibi, ahbap çavuş yaşamı gibi, namus meselesi gibi, “söyle ağam, öl de öleyim”, öyle bir tarz. Ama bizim tarzımız açıktır. Arkadaşları küçümsemiyorum, bayağı güçlü yönleri de var. Benden bile güçlü yönleri var, ama bütün bunlar önderlik tarzını yürütmeye yetmiyor. Yetmesi için dövüneceksiniz, çatlayacaksınız, kendinizi mutlaka yeterli kılacaksınız.

Bu militanlık için de geçerlidir. Sözüm ona komutanlık taslayanlar, ben bu kadar eleştireceğim, bu kadar yetersizliğin üzerinde duracağım ve halen kendilerine “komutanım” diyecekler. Yine de öyle komutan olsunlar; kendilerini böyle kabul etsinler. Dövecek, öldürecek değilim, ama ciddiye alacağım bir komutan da böyle olamaz. Benim ölçülerim vardır. Bunlar yabana atılacak ölçüler de değildir, hem tarihten hem güncel gerçeklikten süzülmüş özelliklerdir. Başarısı kanıtlanmış tarzdır. Buna ulaşamayacak, ama “ben komutanım, ben örgüt temsilcisiyim” diyecek, bu yanılgıdır.
 

<- Geri  1  2  3 Devam -> 

 
 

 

 

Diese Webseite wurde kostenlos mit Homepage-Baukasten.de erstellt. Willst du auch eine eigene Webseite?
Gratis anmelden